25 Şubat 2010 Perşembe

Police, Adjective / Cornelu Porumboiu

Cornelu Porumboiu geçen yıllarda izlediğimiz Bükreş'in Doğusu adlı filmiyle aklımıza kazınmış Romanya'lı bir yönetmen. Bu filmi ile Cannes'da En İyi İlk Film dalında Altın Kamera ödülünü almıştı. Bu sefer yine çarpıcı bir çalışma ile karşımızda. Son derece basit bir hikaye anlatıyor. Ama seyirciyi çok derin sulara taşıyor bu hikayesi ile. Christi Romanya'nın küçük bir yerleşim biriminde çalışan genç bir sivil polistir. Son görevi arkadaşlarına esrar verdiğinden şüphe edilen bir genci gözetlemektir. Amiri çocuğa uyuşturucuyu temin eden kişinin yakalanmasını, bu kişi bulunamazsa fazla zaman kaybedilmeden suç üstü yapılarak esrar taşıdığı için çocuğun hapse atılmasını istemektedir. Christi AB üyesi komşu ülkelerde ufak miktarda esrar taşımanın suç olmaktan çıktığını ve büyük bir olasılıkla bir iki yıl içinde Romanya'da da böyle bir yasanın çıkacağını düşünmektedir. Genci yakaladığı takdirde esrar içmekten dolayı çocuk sekiz yıl hapis cezasına çarptırılacak , iyi durumundan dolayı sadece üç yıl içerde kalacaktır. Ne olursa olsun Christi bu gencin hayatını karartmak istemez ve direnmeye karar verir.

Kanunun meşrutiyeti nereden gelmektedir? Polisin görevi nedir? Kanunları uygulamamazlık edebilir mi? Bu toplumu kaosa sürükler mi? Vicdan tanımından toplumun temellerine ve hukuk kavramına doğru zorlu bir yolculuk başlar.

Porumboiu bu filmi ile de Cannes'da Belirli Bir Bakış Jüri Ödülünü, hem de FİPRESCİ Ödülünü almış. İzleme sahneleri ile yavaş yavaş sizi içine alan, Romen toplumunun bu arada nefis bir panoramasını çizen film sonunda seyredenleri evrensel sorularla karşı karşıya bırakıyor. Bağımsız Film Festivalinin keyifli gösterimlerinden biriydi.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Aşk Dersi / An Education Lone Sherfig

Yeni Başlayanlar için İtalyanca ve Wilbur Ölmek İstiyor adlı filmleri ile tanıdığımız Lone Scherfig bu hafta vizyonda olan ve Oscar en iyi film adayı Aşk Dersi ile bizlerle. Doğrusu ben diğer iki filmini de beğenmemiştim ve Sherfig ile pek iyi gitmeyen ilişkim bu filmde de pek iyi gitmedi. Yani ilişkimiz acaip istikrarlı! 1960 ların Londra'sında 16 yaşındaki Jenny, kendisinden çok daha yaşlı David'in cazibesine kapılır ve Oxford'a gitmek hayalini bırakarak David ile beraber olmaya başlar. Ama işler umduğu gibi olmayacaktır. Senaryo İngiliz Gazeteci Lynn Barber'ın anılarına dayanılarak Nick Hornby tarafından yazılmış. Herkes prototip.

Jenny rolünü oynayan Carey Mulligan muhteşem. Zaten bu filmle Bafta en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Yeni bir Audrey Hepburn'umuz oluyor. David rolunde ise kadınların son yıllardaki gözdesi Peter Saarsgard var. O da süper bir oyuncu.

Özetle tam Oscar normlarına sahip bir film Aşk Dersi. Beyninizi bir buçuk saat tatile çıkarmak istiyorsanız görün.

NİNE / ROB MARSHALL

Sinemada birbirinden yetenekli oyuncularla nasıl bir felaket oluşturulur diye merak ediyorsanız cuma günü vizyona girecek olan Rob Marshall'in Nine adlı filmini seyredin. Daniel Day Lewis, Marian Cotillard, Penelope Cruz, Judi Dench, Fergie, Kate Hudson, Nicole Kidman ve Sophia Loren sizi süper bir şekilde esnetiyorlar. Sözde Fellini'nin 8.5 adlı filminin müzikal bir adaptasyonunu seyrediyoruz. 1982 tarihli müzikalin sinema uyarlaması bu film. Zavallı Fellini. Ruhun şad olsun. Bu film gösterimde kaldıkça herhalde gözüne uyku girmeyecektir. Keşke ellerim kırılaydı da şu 8.5 filmini çevirmeseydim diye hayıflanıyorsundur eminim. Eğer bu müzikalde dirhem Fellini ruhu varsa ben de Oscar Wilde'ım ! Müzikler perişan. Bundan daha berbat şarkılar silsilesi müzikal diye bir tür doğduğundan beri varolmamıştır. Daha ne yazayım? Vah vah....

23 Şubat 2010 Salı

Zamane / Engin Geçtan Metis Yayınları

Son yıllarda bize neler oluyor? Sık sık sorduğumuz, yakınlarımızla sürekli tartıştığımız bir soru değil mi? Hepimiz içinden geçmekte olduğumuz dönemi hem birey hem de toplum bazında çözmeye ve de anlamaya çalışıyoruz. Engin Geçtan son kitabı Zamane ile bu soruya kendi uzmanlık alanından bakarak cevap vermeye çalışıyor. Elimizde kolay okunan, kısa (sadece 100 sayfa) , oldukça açık ve net yazılmış bir metin var. Zamane Türkiye'de yaşanan süreçlere psikiyatri açısından bakıyor ve aydınlatıcı yorumlarda bulunuyor.

''İnsanın tek gerçeği o anda yaşadıkları ve bir an sonra yaşamak üzere olduklarıdır. Keşke şimdinin yaşanmakta olması, geçmiş ve onun şartlanmalarından tümüyle özgür olabilseydi! Çünkü geçmiş yeniyi anlamamızı engeller. Şimdi bağımsız bir andır ve aslında insanın tek rehberidir, ama çoğumuz buna izin vermiyoruz. Çünkü şimdinin otantik yaşantısı genellikle şartlanmalarımızla çeliştiğinden, insana ürkütücü gelir. Şimdinin zengin yaşantıları tehdit olarak algılandığından, geçmiş ya da gelecek şimdiye davet edilir.....İktidar ve para tutkusu üzerine kurulu üst sistemlerin tutsağı olduğumuz görmezden gelinerek, gerçek , hangi konumda ve biçimde olursa olsun otorite imgelerinde aranır. "

"Artık hepimiz günün deyimiyle "arızayız" çeşitli şekillerde"

"Yani gerçeklik olarak algıladığımız şeyler, beynimizin bizde yarattığı ve bize göre düzenlenmiş farkındalıklardır. Dolayısıyla her zihnin yorumladığı gerçeklik diğerlerinden bazı farklılıklar gösterebilir"

"Artık siyasi ya da toplumsal bir kutuplaşma olduğunda şaşırtıcı bir hızla karşıt bir kutup odağı oluşmakta. Bu bir bakıma yoğun bir dinamizmin de ifadesi, tabii beraberinde bir soruyla birlikte. Bu dinamikler bizi ileriye doğru mu taşıyor, yoksa kısırdöngüye kapılıp sürüklenmemize mi neden oluyor? Yönetilen ülkeden neredeyse bağımsız, kendi kendini ileriye taşıyan bir başka ülke de var gibi."

Daha önce de meslek dışı okuyucular için yazdığı kitapları çok okunan Geçtan bu kitapta varoluş suçluluğu, toplumsal değişme, özerk insan, kimlik sorunları, aidiyet duygusu, kolektif regresyon, sıradışı davranış salgınları, çocuk yalnızlığı, korku gibi kavramlar ışığında bizi bize anlatıyor. Keşfetmek istemez misiniz?

Kısa Kısa

Kumbaracı 50 yeniden oyunlara açıldı. Her akşam seyredecek bir oyun olan mekanın programını web sitesinden takip edebilirsiniz. Mekan ve oyunlar hakkında yakında yazacağım.

Su anda Ravenhill'in Açık Saçık Birkaç Polaroid isimli oyununu sahneleyen Tiyatro 0.2 mart ayında Kürklü Merkür adlı oyunu ile tanıdığımız Philip Ridley'in The Pitchfork Disney adlı oyununu oynayacak.

Yeni çıkan dvdlerde Danny Boyle Trainspotting, Stephen Frears Benim Güzel Çamaşırhanem, Luchino Visconti Leopar var. Seyretmediyseniz fırsat.

Borusan Filarmoni bundan sonraki konserinde La Traviata'nın konser versiyonunu sunuyor. Violetta'ya söyleyecek İnna Los'a dikkat. Çok iyi eleştiriler almış bir soprano.

Tiyatro Stüdyosu Şölen ile 3 Martta Caddebostan Kültür Merkezinde, 31 Martta Akatlar Kültür Merkezinde.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Samson&Delilah / Warwick Thornton

Yine bir ilk film. Bu sefer Avustralya'dan geliyor. 2009 Cannes en iyi ilk film ödülünü kapmış. Ve bana kalırsa tamamen hak ederek. Hikaye küçük bir aborjini köyünde geçiyor. Başıboş dolaşan tinerci Samson ile anneannesine bakan, aborjinilere özgü suluboya resim yapan Delilah'ın hikayesi. Biri 15 yaşında diğeri 16 yaşında. Günün birinde beraberce köylerini terk etmek zorunda kalıyorlar. İki yalnız, dışlanmış insanın yaşamın acımasızlığı ve gerçek hayatla karşı karşıya kalışları. Aklınıza bugüne kadar gördüğünüz filmleri getirmeyin hiç. Filmin özelliği müthiş şiirsel bir anlatıma sahip olması. Ama bu şiir, olağanüstü süslemelerden, dolaylı anlatımlardan değil, son derece gerçekçi, keskin bir sinema dilinden doğuyor . Warwick Thornton çok iyi bir iş başarmış. Filmin vizyona gireceğini tahmin etmiyorum. Ama muhakkak bir kaydını edinip seyredin.

Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok / Bahman Gobadi

İf Bağımsız Film Festivali İstanbul bacağı üç gün uzadı. İlgi gören ve yer bulunamayan bazı filmler tekrar gösterimde. Bunlardan biri de Sarhoş Atlar Zamanı ile tanıdığımız Bahman Gobadi'nin Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok filmi. Kendisi ile yapılan söyleşi de şu anda İran'da sanatın tüm kollarının yer altında devam ettiğini ve özellikle Tahran'da büyük devinimler olduğunu belirten Gobadi bize rejimler ne olursa olsun hiç bir zaman kaybolmayacak olan yaratıcılığı bir indie rock grubu hikayesi ile anlatıyor. Sıkı durun. İran'da üç yüzden fazla indie rock grubu ve iki binden fazla pop grubu olduğunu öğreniyoruz. Film resmi izin olmadan on yedi gün içinde çekilmiş.

Bir indie rock grubu kurup Londra'da festivale katılmayı amaçlayan Nager ve Ashkan'ın hikayesi bizi Tahran'da harika müzikler yapan gruplar arasında dolaştırırken, pasaport, vize simsarlarından devrim muhafızlarına kadar da ulaştırıyor. Gobadi filmde ki grupların bir numara gruplar olmadığı çok daha iyi gruplar olduğunu söylüyor ama dinlediğimiz müzikler muhteşem. Acaba bir numara olanlar nasıl diye dinleyemediğinizden dolayı hayıflanıyorsunuz. Ve Gobadi bu müzikler eşliğinde bizlere sürekli Tahran turları attırıyor. Burada kamerasını konuşturuyor ve çarpıcı bir biçimde çok çeşitli açılardan bir Tahran yaşamına tanık oluyoruz.

2009 Cannes Belirli Bir Bakış Ödülüne sahip bu film hikayesini devingen bir kamera, hızlı bir dil, nefis çekimler ve süper bir müzik eşliğinde anlatıyor. Siz de bütün bunlardan yarı sarhoş olmuş bir vaziyette salondan çıkıyorsunuz. Bu film zor koşullara rağmen yaratmış ve yaratmaya devam eden tüm dünya sanatçılarına bir ithaf. Kaçırılmamalı.

21 Şubat 2010 Pazar

40 Emre Şahin

Bu sene Bağımsız Film Festivalinin benim için en büyük sürprizi Emre Şahin'in yönettiği 40 isimli film oldu. Emre Şahin Boston Emerson College'da film eğitimi almış, öğrenci filmi Fetish ile Evvy ödüllerinde en iyi film ve kurgu ödülünü kazanmış, daha sonra da birçok televizyon kanalında gösterilen pek çok programda yönetmenlik, görüntü yönetmenliği ve kurgu yapmış bir filmci. 40 ise uzun metrajlı ilk filmi.

Öncelikle belirtmem gerekir ki filmin kurgusu ve dili muhteşem. Dönem dönem sinema filminden çıkıp belgesel niteliğine bürünüyor. Ama bütün içine bu belgesel tadı çok güzel oturmuş. Hiç düşmeyen bir tempo, inanılmaz İstanbul görüntüleri, olağanüstü fotoğraflar izleyenleri büyülüyor. İtiraf edeyim ben şimdiye kadar bu kadar çekici İstanbul görmedim (filmin HDCam çekilmesi ve dijital projeksiyon da bu başarıya çok katkı sağlıyor tabii) . Filmin müzikleri süper iyi.

Hikayesi çok sağlam . İstanbul'da içinde 40 bin Euro bulunan bir çantanın etrafında gelişiyor. Sivas'ın bir köyünde doğmuş, baba katili olduğu için kapağı İstanbul'a atmak zorunda kalmış, taksi şöförü ve uyuşturucu kuryesi Metin ( Ali Atay bu rolde inanılmaz başarılı), budizmden hiristiyanlığa, daha sonra tasavvufa dalmış sonunda nümerolojiden medet uman Sevda ( Deniz Çakır), tanrının seçilmiş kulu olduğuna inanan Nijeryalı Godwill (Ntare Mwine) hepsi bu çantanın etrafında birleşirler. Ve İstanbul'da inanılmaz bir kovalamaca başlar.

Emra Şahin'in dili direkt. Hiç dolambaç yok. Aynı zamanda eğlenceli. Keskin. Dümdüz anlatıyor ama sizi karakterlerinin derinliklerine indiriyor. Aynı zaman da hınzır. Filmi ile dalga da geçiyor.
Antalya Film Festivalinden Genç yetenek Jüri Özel Ödülünü almış olan bu filmi muhakkak izleyin.

Bütünün Bir Parçası Steve Toltz

Pegasus Yayınlarından Temmuz 2009 da yayınlanan Bütünün Bir Parçası ( A Fraction of the Whole) bu ay ikinci baskısını yaptı. Avustralyalı yazar Steve Toltz'un bu ilk romanı 2008 Man Booker adayıydı ama ödülü Beyaz Kaplan'a kaptırdı. Oldukça uzun, karakter sayısının pek fazla olmadığı çok parlak bir ilk roman ile karşı karşıyayız. Özellikle ülkemizde her önüne gelenin roman yazmaya koyulduğu bir dönemde iyi bir ilk romanın ne olması , yazarının ne kadar donanımlı olması gerektiğinin bir göstergesi.

Bu bir baba oğul romanı. Ölen bir babanın ardından babasının ölümüne kadar olan süreci Jasper'in anlatımı. Bir keşif romanı da aynı zamanda. Jasper babası ile hayatın ne kadar büyük bir macera olduğunu kavrıyor. Avustralya çalılıklarından bohem Paris'e, Tayland ormanlarına , striptiz klüplerinden islah evlerine uzanan bir roman.

Steve Toltz'un kullandığı dil muhteşem. Zaten kitabı bu kadar çekici kılan da bu dil. Çok gerçekçi bir dünyadan Borges'e giden , bazen de masalların içinde kaybolduğunuzu düşündüğünüz bir anlatım. İnanılmaz zevkli bir okuma. Bence Aravind Adiga'nın Beyaz Kaplan'ından çok daha kuvvetli bir roman . Çevirisi nasıl bilmiyorum ama İngilizce okuyanlara orijinal dilinde okumalarını öneririm.

18 Şubat 2010 Perşembe

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası

Dün gece Lütfi Kırdar'da Borusan Filarmoni'nin konserini izledim.Programda Schubert'in Bitmemiş Senfonisi ve Mahler'in 6.Senfonisi (Trajik) vardı. Orkestrayı sürekli izlemiyorum. Yaklaşık bir senedir dinlememiştim. Bu suretle gelişmesine daha iyi tanık oluyor insan. Bana kalırsa Sascha Goetzel orkestraya çok yaramış. Aykal'ın getirdiği noktadan daha da ötelere taşımış. Maksimum verimi almayı bilen bir şef var karşımızda. Hem Schubert hem de Mahler yorumu başarılıydı.



Bu arada Lütfi Kırdar işletmecileri dinleyiciler rahat müzik dinlemesinler diye ellerinden geleni yapıyorlar. Geçen yıllar yemek kokuları ile boğuşurduk. Dün akşam ise salon aşırı sıcaktı. Salonu belli bir sıcaklıkta tutmak çok mu zor acaba?..Özetle onlarda başarılıydılar. Dinleyiciyi bunaltmakta !

Kan Arzusu / Park Chan Wook

Park Chan Wook adını duyan herkes hemen Old Boy adlı muhteşem filmini hatırlar. Old Boy benim de çok sevdiğim, bir türlü aklımdan çıkaramadığım bir yapıttır. Bu hafta Wook'un geçen sene Cannes Jüri Özel Ödülünü alan Kan Arzusu ( Thirst) adlı filmi vizyona girdi. Rahip Sang-Hyun , insanların ölümcül bir virüsten kurtarılmasına yardım etmek amacı ile gizli bir aşı geliştirme araştırmasında gönüllü denek olur. Ama maalesef virüs bulaşır. Ölümden nakli yapılan vampir kanı ile kurtulur. Artık rahip için dünyanın en büyük zevki kan emmektir. Wook'un filmi vampirler üzerine bildiğimiz tüm klişeleri aşıyor. Uzakdoğulu vampir bunlar. Antalya Film Festivali'nde seyrettiğim bu film beni hayal kırıklığını uğrattı. Dönem dönem keyifli olsa da uzun ve sıkıcı buldum. Nerede Old Boy ! .

Bu hafta ayrıca Nick Hornby'nin senaryosunu yazdığı, Lone Scherfig'in Aşk Dersi (An Education) adlı filmi vizyonda. En İyi Film Oscar adayları arasında.

Gösterime girdiği yerlerde pek beğenilmeyen Kurt Adam ise haftanın bir diğer filmi. Antony Hopkins, Benicio del Toro, Emily Blunt gibi ağır toplar var.

ŞÖLEN / TiyatroStüdyosu

Dün akşam Tiyatro Stüdyosunun sahnelediği Moira Buffini'nin Şölen adlı oyununu izledim.Paige yeni kitabı yayınlanan kocası Lars için dostlarının katıldığı bir yemek düzenliyor. Menü aperitif, başlangıç olarak ilkçağ çorbası, ana yemek istakozun sonuncu faslı, tatlı olarak dondurulmuş atık ve peynir tahtasından oluşuyor. Yenmesi çok zor bir menü, hele bir de yerseniz nasıl hazmedeceksiniz? Bu arada konuklar arasindaki dialoglar, bu suretle beliren ilişkiler yumağı, beklenmeyen bir misafir varolmanın dayanılmazlığı, varolmayla baş edebilmek için çabalar ile sunulan yemek menüsü arasında ilginç bir parallellik oluşturuyor. Hep beraberce felakete süreklendiğinizi hissediyorsunuz. Günün birinde yok olacağını bildiğimiz dünyanın sanki sonu gelmiş siz de hızlanan adımlarla bir hiç olacaksınız. Böylelikle varolma varolmamaya dönüşüyor. Ama bu süreçi hızlandıran yine bizleriz. Oyun çarpıcı bir finalle bitiyor. Buffini oyununda çağın hemen hemen tüm sorunlarına değinmiş. Herşey önünüzden akıp gidiyor.

Oyunu seyrederken benim gözümün önüne sürekli bir filmden kareler geldi. Peter Greenway'in eşsiz filmi Ahçı,Hırsız,Karısı ve Karısının Sevgilisi . Tabii Şölen Greenway tadında değil. Bu filme tapmıştım, yeniden izleyeceğim. Bir de Buffini size Bunuel'i hatırlatıyor. Orta sınıf ahlakına Bunuel'in hınzırca yaptığı saldırıları. Galiba bu yüzden oyun biraz değerini yitiriyor. Seyir sürecinde kafanızdaki Greenway ve Bunuel size sürekli olarak sinemada seyrettiklerinizin ne kadar daha çarpıcı olduğunu, ne olursa olsun tiyatronun yine de bu durağanlığını yenemediğini gösteriyor. Tabii Buffini'de bir Greenway veya Bunuel değil.



Oyunu Ahmet Levendoğlu çevirmiş ve sahnelemiş. Toptan yok oluşa gidişi bana kalırsa iyi vermiş. Döner sahne de çok iyi bir fikir. Sahne, ışık ve giysi tasarımları başarılı.



Oyunun tüm oyuncuları çok iyi. Payidar Tüfekçioğlu Lars'ta, Özgür Yalım Hal'de, Güçlü Yalçıner garsonda başarılılar. Funda İlhan, Gökçer Genç ve Ayça Bingöl diğerlerine göre çıtayı biraz daha yukarı çekiyorlar.


Ve ZUHAL OLCAY. Zuhal Olcay Paige rolunde enfes bir performans çıkarıyor.Ne zaman kendisini seyretsem hep oynadığı role hazırlanırken çok kıvrak bir zeka ile karakterine yaklaştığını, onu çok iyi keşfettiğini ve en ufak bir nüansı dahi kaçırmadan sahneye taşıdığını düşünürüm. Üstelik olağanüstü güzel. Sadece Zuhal Olcay için bile bu oyuna gidilir.

Şölen'i Caddebostan Kültür Merkezi, Akatlar Kültür Merkezi, Ataköy Yunus Emre' de seyredebilirsiniz. Belirli bir salonları yok. Takip etmeniz gerekli. En yakın oyun 3 Martta Caddebostan Kültür merkezinde.

17 Şubat 2010 Çarşamba

İsaiah Berlin'le Konuşmalar/Ramin Jahanbergloo

Çağımızın en büyük siyaset felsefecilerinden biri olan İsaiah Berlin ile Ramin Jahanbeglon'un yaptığı söyleşiler geçen yıl Yapı Kredi Yayınlarınca yayınlandı. Bu çok sevdiğim kitabı bugün yeniden gözden geçirdim ve yazmaya karar verdim.Son Liberal diye adlandırılan Berlin kanımca muhakkak tanınması gereken bir felsefeci. Aşağıda kitaptan bazı alıntılar yaptım.



'Berlin'e göre her birey, her millet ve her kültür kendi standartlarına sahiptir. Beşeri dünyamızın esasını teşkil eden şey, bunlar arasındaki diyaloglar veya çatışmalardır. Beşeri hayatın trajik tabiatı, bu gerilimin sonucudur.'

'İnsanların yaşamına yön veren bazı nihai değerler, sadece pratik nedenlerle değil, aynı zamanda, prensipte, kavramsal olarak da,uzlaştırılamaz veya bir araya getirilemez. Hiç kimse aynı anda hem titiz bir planlamacı hem de bütünüyle içinden geldiği gibi davranan biri olamaz. Tam özgürlükle tam eşitliği birleştiremezsiniz; kurtlar için tam özgürlük, koyunlar için tam özgürlükle birleştirilemez. Adalet ve merhamet, bilgi ve mutluluk çatışır.'

'Felsefe ,problem yaratan fikirlerin çatışmasından doğar. Fikirler hayattan kaynaklanır. Hayat değişir, fikirler de ,çatışmalar da.'


İlginizi çekti mi?..5 kasım 1997'de Oxford'da ölen Berlin'i tanımak için fırsat bu kitap..

Yeni Şişhane

Geçenlerde sizlere İKSV'nin yeni yerinden (Deniz Apartmanı) bahsetmiştim. Bu bölge son zamanlarda müthiş bir gelişim içinde. Eskiden hava kararınca yürümeye korktuğumuz Şişhane şimdi restoranlar, eğlence yerleri ile kıpır kıpır. Duyduğuma göre Meşrutiyet Caddesi'nin bir bölümü de trafiğe kapanacakmış. Metro istasyonu da açıldığı için ulaşım da çok kolay artık. Şu anda burada İKSV Salon adlı çok amaçlı konser mekanı, aynı binanın teras katında yer alan X Restaurant, Big Chefs, Public, Da Vittorio yeni açılanlar. Bir de benim çok sevdiğim Cihangirli Miss Pizza . Önünde açık havada oturulacak keyifli bir yeri var. Güzel bir günde yerleşin buraya, hem pizzanızı yiyin hem şarabınızı için hem de çevreyi seyredin. Etraf güzel binalarla dolu.

Pizza deyince yine de sevdiğim bir diğer pizzacıdan bahsedemeden geçemedim. İnce, çıtır çıtır pizzaları ile Pizza Trio benim favorilerimden. Sıraselvilerden Cihangir'e inerken Belçika Konsolosluğu karşısında Billur Sokak'ta. Fiyatları makul, ortamı fena değil. Daha çok İstanbul'da yaşayan yabancılar tarafından tercih ediliyor. Yabancı şarapları uçmayan fiyatlarla kadeh olarak bulabiliyorsunuz. Akşam gideceksiniz rezervasyon yaptırın. Mekan çok büyük değil.

Summertime J.M.Coetzee


J.M.Coetzee 2002 yılımda Nobel Edebiyat ödülü kazanmış, ödül töreninde konuşmasında Robinson Crusoe'dan bölümler okumuş olan bir yazar. Ayrıca iki defa Man Booker Ödülü kazanmış ama ödüllerini almaya gitmemiş. Son romanı Summertime yine Man Booker adayıydı. Ama iki defa bu ödülü kazandığı için bu sefer eleştirmenler kazanmasına pek ihtimal vermiyorlardı. Nitekim öyle oldu. Ödülü Hilary Mantel Wolf Hall ile kazandı (bu kitaptan ayrıca bahsedeceğim) . Ama Summertime 2009 yılının en dikkate değer çalışmaları içinde yer aldı.

Bu kitap yazarın Scenes from Provincial Life başlıklı dizisinin üçünçü kitabı. Bir biyografi ama çok farklı bir biyografi. 2002 yılında yaptığı bir konuşmada Coetzee her biyografi bir autre-biyografidir demiş. Summertime bunun nefis bir örneği. Bay Vincent merhum yazar Coetzee'nin 1972-1977 yılları arasında hikayesini anlatıyor romanda. Bunu yapmak için o dönemde yazar ile ilişkisi olmuş kişilerle seri görüşmeler yapıyor. Ama tabii hikayeyi Vincent' da süslüyor. Bambaşka bir Coetzee yaratmacasına. Biz okuyucu ise acaip bir konumda kalıyoruz. Okuduğumuz öldüğü farzedilen Coetzee hakkında başka bir yazarın, Vincent'in anlatıları. Ama bu da yine bizzat Coetzee tarafından yazılıyor.

Sağlam dili, basit ve sade anlatımıyla süper bir atmosfer yaratmayı başaran Coetzee bu romanında da bu başarıyı yakalıyor ve bizleri keyifli bir okumaya sürüklüyor. Romanın türkçesi daha yayınlanmadı. Ama kısa zamanda Can Yayınlarından çıkacağını sanıyorum.

16 Şubat 2010 Salı

VAHŞET TANRISI/HAKİKİ GALA/PEER GYNT

Bugünlerde güzel bir oyun seyretmek istiyorsanız sizlere üç ilave önerim var.

Devlet Tiyatrosu Yasmina Reza'nın Vahşet Tanrısı oyununu oynuyor. Yasmina Reza her yazdığı oyunla ödüller toplayan bir yazar. Nitekim Vahşet Tanrısı'da 2009 yılında hem Laurence Olivier Award for Best New Comedy hem de 2009 Tony En İyi Oyun Ödüllerini almış bir oyun.Daha önce Türkiye'de Sanat (Art) isimli oyununu seyretmiş ve çok beğenmiştik. Ferdinand Bruno kendisini çetesine almadığı için bir sopa ile Bruno'nun iki dişini birden kırar.Her iki çocukta on bir yaşındadırlar. Akşam olayı tartışmak için çocukların aileleri bir araya gelirler. Ve oyun başlar. Akşam ilerledikçe konuşmalar mantık dışı tartışmalara doğru yelken açar ve hatta ırkçılık, mysogyny, homofobia sınırlarına dayanır. Ortaya zaman zaman sesli kahkahalar atarak izlediğiniz bir insanlık trajedisi çıkar. Yasmina Reza süper eğlenceli, keskin, zeki bir metin çıkarmış. Oyunu Zeynep Avcı çok güzel çevirmiş. Celal Kadri Kınoğlu tüm inceliklere dikkat ederek ederek sahnelemiş. Oyuncuların hepsi muhteşem. Sezon bitmeden muhakkak görün.


Her zaman başarılı oyunlara imza atan Tiyatro Tem bu senede kuralı bozmuyor.Ayşe Bayramoğlu'nun yazdığı Hakiki Gala rating, 3 üncü sayfa haberleri, televizyon programları çerçevesinde seyirciyi tokatlayan bir seyirlik. Hiç tahmin etmediğiniz bir noktaya savrulan oyun sizi hem şaşırtıyor, hem de Müesser Hanım ve Lütfi Bey(oyunun iki kahramanı) size bir sürü şeyi sorgulatıyor..(hatta tiyatroyu bile)..hem de acaip eğlendirerek..Çetin Sarıkartal iyi sahnelemiş, Ayşe Selen ve Şehsuvar Akbaş çok iyi oynuyorlar.Oyun Beyoğlu Kumbaracı 50'de ve Moda Oyun Atölyesi'nde .

Tiyatro Oyunbaz ise geçen sene sahnelediği İbsen'in Peer Gynt'ine bu senede devam ediyor. Çok başarılı bir şekilde sahnelenmiş bu oyunu kaçırmayın derim.Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüs'ünde oynuyorlar.

15 Şubat 2010 Pazartesi

5/25 YENİ DRAMA TİYATROSU

Bu haftaya güzel başladım. Hayal Kahvesi Bistro alt kattaki küçük salonunu pazartesi akşamları tiyatro gruplarına açıyor. Bu pazartesi Yeni Drama Tiyatrosu çağdaş Rus yazarı Daniel Privalov'un 5/25 adlı oyununu sergiledi. Oyunun metni çok güzel. Zeki, hınzır bazen sert ama aynı zamanda alaycı ve bir o kadar da eğlenceli. Kısaca tiyatroda pek sık rastlayamıyacağınız , acaip keyif verici bir metin.

Eroinman Kolya 25 kasım günü kendini dokuz katlı bir binanın dokuzuncu katından atarak intihar eder. Ve kendini öbür dünyada Tanrı ve Şeytan tarafından sunulan bir televizyon programının konuğu olarak bulur. Programda geçmiş hayatını anlatacaktır. Seyirci vereceği oylarla Kolya'nın geleceği hakkında karar verecektir. Kolya süper ödülü (istediği bir şeyi talep etme hakkı) kazanır ve spesifik bir gün için dünyaya geri döner. Kolya'nın seçtiği özel gün 5 Mayıstır. Sonra yeniden öbür dünyaya dönecektir. Ve Kolya yeryüzündedir. Niye 5 Mayıs'ı seçmiştir?

Tanrı ve Şeytan nasıldır?..Günah nedir?...Bu düzende yaşasak birşeyler olur mu?. Yoksa herşey boş mudur?.. Ne yaparsak yapalım hep böyle hiç bir şeyin istediğimiz gibi olmadığı bir dünyada sevgisiz yaşamaya mahkum muyuz?..Birşeyleri değiştirebilir miyiz?..İnandığımız bir sürü şey gerçek mi?..Yoksa biz mi uyduruyoruz? Gerçek yaşam biz uyanıkken mi yaşadıklarımız? Yoksa rüyalarımız mı gerçek olan?

Privalov süper zeki dialoglarla bunları sorguluyor ve de Rusya'daki yeni kapitalist düzenin de keskin bir eleştirisini yapıyor. Ama bunları yaparken de zaman zaman acaip güldürüyor. Oyuncuların hepsi rollerinin altından başarı ile kalkıyorlar. Oyunu Ömer Akgüllü çevirmiş. Bence çok başarılı bir çeviri yapmış. Sahneye de yine kendisi koymuş. Oyuna getireceğim tek eleştiri zaman zaman temponun oldukça düşüyor olması, bazen de oyuncuların seslerinin duyulamaması. Belki benim izlediğim geceye mahsus olabilir. Tempo biraz arttırılırsa bu senenin en iyi oyunlarından biri olur 5/25.

Hayal Kahvesi Bistro programını takip edin. 5/25'i görün.

BULANIK SULAR

Bu hafta vizyona sessiz sedasız bir Norveç filmi girdi.Geçen yıl Antalya Film Festivalinde izlediğim Bulanık Sular.Gençsiniz,yakışıklısınız,zarifsiniz ve de yeteneklisiniz.Çok iyi org çalıyorsunuz.Ama çocuk katili olarak hüküm giymişsiniz,hapis yatmışsınız ve şimdi cezanız bitmiş yeniden herşeye başlamak üzeresiniz.Sizi nasıl bir yaşam bekliyor?..Norveçli yönetmen Eric Poppe Jan Thomas'ın hikayesini çarpıcı bir biçimde bize anlatıyor.Jan bir kilisede orgculuk yapmaya başlıyor.Herkesin sevgisini kazanıyor.Rahibe Anna ve küçük oğlu Jen'in de.Ama birgün çocuğunu öldürdüğü kadın onu tanıyana dek...Eric Poppe ahlakı,dini,sevgiyi ilahi bir müzik eşliğinde sorguluyor bu filmde.Tabii seyirci olarak sizde bundan nasibinizi alıyor ve kendi kendinizi sorguluyorsunuz.Oyunculuklar çok iyi.Filmin bir sürü ödülü var.Beyoğlu Alkazar ve Altunizade Capitol'de gösterimde.Kaçırmayın .

İF 2010 DEVAM EDİYOR

Her yıl sinema düşkünlerinin sabırsızlıkla bekledikleri bağımsız filmler festivaline yeniden kavuştuk.AFM Sinemaları tıklım tıklım yeni keşifler yapmaya çalışan sinemaseverlerle dolu.Ben bu sene çok fazla film seyretme imkanına kavuşamadım.Biraz yavaş geçiyor benim için festival.Bugüne kadar üç film izledim.Metropia bunlardan biri.Keşif bölümünde gösterilen Tarık Saleh'in bu filmi mutlak görülmesi gereken bir animasyon .Oddi Timoner'in büyük internet öncüsü Josh Harris'in yaşamını anlattığı We Live in Public ise tam anlamıyla süper.2009 Sundance Film Festivali Jüri Büyük Ödülünü almış olan bu film tüm net fanları(olmayan var mı?)tarafından izlenmeli.Son yıllarda hem İstanbul hem Antalya Film festivallerinde çok güzel örneklerini izlediğimiz Alman Sinemasından Maren Ade'nin Alle Anderen(Herkes Gibi) adli filmi ise izlediğim üçüncü filmdi.Erkeklik Halleri bölümünde gösterilen bu film bölümüne yakışıyor.Soru şu..."ne"den yapılır erkekler?..güzel bir senaryo iyi oyunculuklarla bu soruya cevap vermeye çalışıyor bu film...ama tabii kadınlık hallerini de bu arada ister istemez sorgulatıyor..ince,zeki ama yine de biraz yavan ve sıkıcı buldum bu filmi.Belki beklenti çıtamı çok yukarıya koymuştum.İzledikçe diğer filmleri de yazacağım.

İN-YER-FACE BEYOĞLU'NU SARDI.

Dot'un oyunlarıyla keşfettiğimiz in-yer-face akımı oyunları şu anda Beyoğlu salonlarında çoğalmaya başladı.Dot Mark Ravenhill'in Shopping and Fucking adlı oyununu kasımdan beri oynuyor.Tiyatro 0.2 ise yine Mark Ravenhill'in Açık Saçık Bir Polaroid'ini sahneliyor.Tiyatro Boyalı Kuş ise yine İngiltere'nin önemli yazarlarından Carly Churchill'in 'Seni Seviyorum Diyecek Kadar Sarhoş' adlı oyununu sahnelemeye başladı.Bu suretle bu akımın oyunlarını sevenler için alternatifler çoğaldı.Belki önümüzdeki günlerde in-yer-face'in diğer yazarlarının da oyunlarını seyretmek olanağına kavuşuruz.Tabii bu arada Dot'un G-Mall'da sahnelediği Simon Stephens'in Pornografi adli oyununu da unutmayalım.

TİGER LİLLİES/İKSV SALON

Cumartesi gecesi İstanbul süper bir grubu ağırladı.Brecthian Blues akımının TİGER LİLLİES'i.Her zaman olduğu gibi yine muhteşem bir konser verdiler.İki buçuk saat boyunca dehşet bir performans izledik.Grubu tanımayanlar için hemen myspace'e girip dinlemelerini ve haklarında yazılanları okumalarını öneririm.Tanıyanlar zaten konserde çoğunluktaydı.İstek parçalarından Türkiye'de de grubun iyi bir fan kitlesi oluşmuş olduğu görülüyordu.Umarım kısa bir zaman sonra yeniden dinleriz.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı bildiğiniz gibi yeni yerine,Şişhane'de Deniz Apartmanı'na taşındı.Salon adlı çok amaçlı kulanılabilecek bir konser mekanı oluşturmuşlar.Gayet keyifli bir yer olmuş Salon.Özellikle ses düzeni çok ama çok iyi.Doğrusu birçok mekanın ses düzeni oldukça kötü ve kulaklar patlıyor.Ben de giderken bayağı endişeliydim.Ama ses düzeni mükemmel bir Tiger Lillies konseri dinlememizi sağladı.Özellikle bu açıdan burada konser dinlemek çok keyifli olacak.Programını takip edin derim.Ayrıca üst katta sürekli övgüler alan bir restoranı var.Borsa işletiyor.Ben daha gitmedim.Ama gidince yazacağım.

Görünmeyen/ Paul Auster ... Ali ile Ramazan /Perihan Mağden


Bu ay itibari ile iki kitap muhakkak okunmalı kitaplar listesini girdi benim için.Birincisi Paul Auster'ın Görünmeyen(İnvisible)adlı son romanı.Bence en başarılı Auster bu roman.Belki yazarın hayranlarının bir bölümü sevmeyecek ama sade dili,kurgusu ve hikayesi olağanüstü.İngilizce okuyanlara kitabı ingilizce olarak okumalarını öneririm.Turkçe çevirisi Seçkin Selvi tarafından yapıldı.Eminim bundan önceki çevirileri gibi bu da çok başarılıdır.

İkinci kitap ise Perihan Mağden'in Ali ile Ramazan'ı.Az yazan ama iyi yazan bir yazarımız Perihan Mağden.Dehşet bir aşk hikayesi ile karşı karşıyasınız.Hatta iddia ederim ki hayatınız boyunca bu hikayeyi hatırlayacaksınız.Bu kadar içselleştirip bu kadar sade ama derin bir boyutta yazan Perihan Mağden'i,itiraf edeyim,acaip kıskandım.Muhakkak okuyun.