31 Mart 2010 Çarşamba

WHOOPS ! / John Lanchester


Dünya en büyük krizlerinden birini yaşamaya devam ediyor. 2008 yılında yerle bir olan finansal sistemin yol açtığı bu durum hala yaşamımızda en önemli konumda. İflas etme sırası devletlere geliyor, kurtarılmaya çalışılıyorlar. Yunanistan başta. İspanya, Portekiz, İrlanda yolda. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere cılız bir ayı bulutların arasından görmeye bile razı ama o bile zor.

Bütün bunlara yaygın deyimiyle 'Credit Crunch' yol açtı deniliyor. CDS, CDO gibi kısaltmalar olayları anlatmak için ortalıkta uçuşuyor. Ticari Bankacılık, Yatırım Bankacılığı, Hedge Fonlar, Borsada shortta olmak , Options, Futures gibi kavramlar hayatımıza giriyor. Oysa ortalama bir insan için Crunch sadece bir çikolata çeşiti. CDS, CDO yeni ortaya çıkan gizli teşkilatları (CIA den sonra) hatırlatıyor.

Bu karmaşada John Lanchester Whoops ile evlerimize muhteşem bir giriş yapıyor. Tüm sürekli duyduğumuz kavramları önce çok basit bir şekilde gündelik hayattan örneklerle açıklıyor. Bankanın bile ne olduğunun anlatımı var kitapta. Beynimize bu kavramları iyi bir şekilde yerleştirdikten sonra krizin nasıl oluştuğunu bize sakin sakin anlatıyor. Kitabın devam eden adı 'Why everyone owes everyone and no one can pay'. Yani herkes herkese borçlu ama kimse borcunu ödeyemiyor.

Ekonomi ile ilginiz olmasa bile artık sıradan bir bireyin kaçınılmaz bir şekilde bagajında bulunması gereken bilgileri barındıran bu kitap hem çok faydalı hem çok güzel yazılmış. Umarım kısa bir zamanda iyi bir türkçe ile çevrilir. D&R 'da ingilizcesi satılıyor.

Bu arada bir süreliğini seyahatte olacağım bugünden itibaren. Yakında görüşmek üzere.

29 Mart 2010 Pazartesi

Serseri Mayınlar / Ferzan Özpetek

En büyük teyzemi iki ay önce kaybettim. Kendisinin enteresan bir özelliği vardı. İleri yaşına rağmen sürekli kütüphanesinde bulunan dört kitabı okur, başka kitap da okumazdı. Bu kitaplar kalın, nehir roman denilen tarzda kitaplardı. Çok başka roman okuması için çalıştım,beceremedim. Teyzem okuma zevkinden çok memnundu. Ferzan Özpetek de dönüyor dolaşıyor aynı konulara geliyor. Herhalde Özpetek de film zevkinden çok memnun, değişiklik yapmayı düşünmüyor.

Lecce'de makarna üreticisi bir ailede konuğuz bu sefer. Roma'da sözde işletme okuyan ama aslında edebiyat okumuş yazar adayı Tomasso artık gerçekleri ailesine söylemeye kararlıdır. En önemli gerçek eşcinsel oluşudur. Ama ağabey Antonio erken davranır, eşcinsel olduğunu açıklar. Evden kovulur. Baba kalp krizi geçirir . Tomasso durumunu açıklayamaz, çünkü o da eşcinselim dese baba kesin ölecektir. Çaresiz işlerin başına geçer. Evde aslında kayınbiraderine olan aşkını unutamamış bir büyükkanne, geceleri odasına erkek alan bir teyze de bulunmaktadır. Bir de ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız ortağın kızı Alba ortada dolaşır. Bu arada eve ziyarete gelen diğer gaylerde acaip şematize bir biçimde boy gösterirler. Film bayıltıcı diyaloglar ve de arka planda insanın içini hun eden bir müzik eşliğinde devam eder gider. Sanal alemde bile artık çok boyutlu olan karakterler Özpetek'in senaryosunda tek boyutlu olmanın keyfini çıkarır ve de serilir de serilirler . Seyirciye bu arada havale gelir. Çünkü uzun zamandır bu kadar sıkıcı bir film seyretmemiştir. Neyse finalde Sezen Aksu imdada yetişir, sinirleri teskin eder.

Yurt dışında yaşayan yönetmenlerimizden Ferhan Özpetek ismini ilk olarak Hamam ile duyurmuştu. Doğrusu ben Hamam'ı o kadar sevmemiştim. Harem Suare de pek beklediğimi vermedi. Cahil Periler ile Özpetek bizi yürekten yakaladı. Sonra, kendisi gibi yurt dışında yaşayan yönetmen Fatih Akın her yeni filmiyle bizleri fethederken ve de Yaşamın Kıyısında ile doruğa ulaşırken, Özpetek sürekli bizi hayal kırıklığına uğrattı. Serseri Mayınlar ise hayal kırıklığının doruğu bence. Son derece demode bir sinema dili ile bayıltıyor Özpetek.

Bu filmi muhakkak kaçırın.


22 Mart 2010 Pazartesi

KÖPRÜDEKİLER / ASLI ÖZGE

En sonunda yazmam gerekeni en başta yazıyorum. Köprüdekiler olağanüstü bir mücevher. Bu filmi görmezseniz bir daha sinemaya gitmeyin. Çünkü siz sinemayı hak etmiyorsunuz demektir.

Aslı Özge müthiş bir yetenek. Ne yaptığını anlatmaya çalışacağım. Umarım beceririm. Gördüğünüz film acaip sahici, sanki bir belgesel gibi. Herşey doğal, sanki olaylar gerçekten oluyormuşta, kamera da orada tesadüfen bulunuyor ve çekiyor gibi. Ama zekice bir senaryo var...bunu hissediyorsunuz..detaylar size çok şey anlatıyor..

Boğaziçi Köprüsünde üç insanın yaşamını izliyoruz. Milliyetçi polis Murat, iş bulamadığı için çiçek satan Fikret, dolmuş şöförü Umut. Bu üç ayrı hikayeden çıkarak yaşamlarında sıkışmış insanların hayatlarına dalıyoruz. Ve de Türkiye'nin insanlarının hayatlarına.

İyi ki film yönetmeni değilim. Kıskançlıktan çatlar, rahatım huzurum kaçardı Aslı Özge'nin bu filminden sonra. Kurmacadan gerçekliğe bu kadar mı başarılı olunur? . Özge bize sinemanın sonsuz olanaklara sahip bir sanat olduğunu gösteriyor. Baştan çıkarıcı bir film Köprüdekiler.

Kara Köpekler Havlarken


Bu hafta Türk Filmleri açısından başarılı bir hafta. İki dikkate değer yapım aynı anda vizyona girdi. Mehmet Bahadır Er 15 yıl boyunca kendi mahallesi ile ilgili senaryo üzerinde çalışmış ve eşi Maryna Gorbach ile bu filmi yapmış. İlk uzun metrajlı filmi.

Selim ve Çaça Usta'nın koruması altında parkçılık yapan iki delikanlı. Ama yavaş yavaş park işi sönmekte, belediye park alanlarını kendi işletmeye başlamaktadır. Hayatlarını güvenceye almak için büyük bir alışveriş merkezinin (tabii bu da yine başka bir ağbinin desteği ile ! ) güvenlik işlerini almaya soyunurlar. Ama kendilerini hiç tahmin edemeyecekleri olayların içinde bulurlar. İki saf delikanlı güvenli bir yaşam elde etme arzularını çok pahalı ödeyeceklerdir.

Filmin konusu çok iyi. İç içe yaşadığımız ama bilmediğimiz yaşamların öyküsü. Aslında çoğunluğun öyküsü. Çünkü İstanbul'da artık bu tarz yaşayanlar çoğunlukta. Kahvedeki kuş mezatı sahnesi gibi sanki başka ülkeden gelen bir film izliyormuşsunuz hissine kapıldığınız bölümler var. Oysa kahve benim eve bir kilometre uzakta ! . M.Bahadır Er İstanbul'un kozmopolit yaşamını çok iyi aktarıyor. Çaça nezarethanede Farsça konuşuyor. İran göçmeni. Filmde herkes bir başka yerden. Senaryo üzerinde iyi çalışılmış olduğunu gösteriyor. İlk film için oldukça başarılı.

Kara Köpekler Havlarken aynı zamanda bir oyunculuk şöleni. Oyuncuların hepsi çok iyi ve de çok doğal oynuyorlar. Kısa rolü ile Usta'da Erkan Can sizi büyülüyor. Güneşi Gördüm'de hayran olduğumuz Cemal Toktaş saf, iyi niyetli,aşık, hayatında kalıcı birşeyler yapmaya çalışan Selim'de çok başarılı. Çaça'da Volga Sorgu aldığı ödülü hak ettiğini kanıtlıyor.

Kara Köpekler Havlarken güzel konusu, sakin anlatımı, iyi oyuncularıyla görülmeye değer bir film. Az sinemada gösterimde.

21 Mart 2010 Pazar

29.İstanbul Film Festivali



Yine Nisan geliyor. 3-18 Nisan arası koşuşturup, oldukça ilginç filmler seyredeceğiz. Bu sene filmler bana geçen senelerden daha iyi gibi geldi. Hatta seçerken bayağı zorlandım. Gördüğüm kadarı ile bilet satışları da bu savımı doğruluyor. Salonlar şimdiden dolu. Festivalin buruk yanı Emek Sinemasının olmaması. Kadıköy'de de Reks yok, yerine Kadıköy Sineması var. Toplamda arzedilen koltuk sayısı herhalde bu sene daha az olacak. Yer bulamama olasılığı da daha fazla .

Festivalin sadece ikinci haftasında burada olacağım için seçimlerim biraz kısıtlandı. Bir de gala filmlerini atladım. Nasılsa vizyona girecekler diye.

Ben festivali seyrettiğim her filmi beni büyülüyen Bruno Dumont'un Hadewijch adlı filmi ile açıyorum. L'Humanité ( İnsanlık) ve Flandres adlı filmleri daha evvelki yıllarda festivalde gösterilmişti. Dumont hep çok çarpıcı ve de kışkırtıcı filmler yapan ve de auteur olarak adlandırılmayı hak eden bir yönetmen. Festivali bir başka çok beğendiğim yönetmen György Palfi'nin Arkadaşın Değilim filmi ile de kapatacağım. Hıçkırık(Hukkle) ve Taxidermia filmlerini seyrettiyseniz bu filmini de kaçırmayacaksınız. Şaşırtıcı,tuhaf,değişik işlere imza atan bir Macar Palfi.

Bu iki film arasında John Lennon'un hayatını anlatan ve de son on yılın en iyi müzik filmi olarak övülen 'Nowhere Boy' var.Bol ödüllü İrlanda filmi ' Özel Hayatlar', dünyanın en iyi klasik baletlerinden Li Cunxin'in hikayesini anlatan 'Mao'nun Son Dansçısı' listemde. Tolstoy'un yaşamının son yılını anlatan Jay Parini'nin 'Son İstasyon' kitabından uyarlanan 'Aşkın Son Mevsimi' merakla beklediğim bir film. Helen Mirren, Christopher Plummer ve James McAvoy'dan oluşan kadro muhteşem. Romanı okumadıysanız okuyun. Çok iyi bir kitap. İki yıl önce Türkçeye çevrildi. Palfi'nin filmi gibi Mayınlı Bölge'de gösterilen Yorgos Lanthimos'un 'Köpek Dişi' kazandığı ödüllerle anılan ilginç bir film. Stephan Komandarev 'Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda', Xavier Dolan 'Annemi Öldürdüm' , Rigoberto Perezcano 'Kuzeysiz' ile listedeler. İsmini Yafa'nın bir semtinden alan 'Ajami' muhakkak görülmeli. Mısır'da izleyici rekorları kıran 'Anlat Şehrazat' ve yine Mısır'dan gelen ama bağımsız sinema örneği Ahmad Abdalla'nın 'Heliopolis'i , Samuel Maoz'un 'Lubnan'ı, Peru'dan gelen 'Akıntıya Karşı', 2010 Berlin Gümüş Ayı'yı kapan 'Islık Çalmak İstersem Çalarım', Ruanda katliamı ile ilgili 'Tanrının Gittiği Gün' göreceklerim listesinde. Daniel Monzon 'Hücre211' ile 2010 Goya en iyi ödülüne sahip. Hınzır Todd Solondz 'Savaş Sırasında Yaşam' ile festivalde.

Bunlar benim göreceklerim. Ama daha çok ilginç film var. Yer bulmak için acele edin.

Bu arada tam film festivali sırasında İKSV Salon'da 14 Nisan Çarşamba akşamı Peter Cincotti var. Şu anda müzik otoritelerince geleceğin şarkı söyleyen en iyi caz pianisti olarak nitelendiriliyor. Dinlemediyseniz hemen myspace yapıp dinleyin. Neden buraya ilave ettiğimi anlayacaksınız.

İntiharın Genel Provası / Duşan Kovaçeviç


Duşan Kovaçeviç oyun yazarı,senarist ve hatta Sırbistan'ın büyükelçiliğini yapmış biri. Yıllar önce seyrettiğimiz Kustarica'nın Yeraltı ( Underground) filminin senaryosu ona ait. Şehir Tiyatroları yazarın son oyunu İntiharın Genel Provası'nı sahneliyor.

Perde açıldığında Tuna Köprüsünde intihar etmek isteyen bir adamla karşı karşıya kalırız. Kısa bir süre içinde ortaya çıkan ve adamın tam intihar edeceği yerde ağı bulunan ve de oltasını atmış olan balıkçı, daha sonra olay yerine gelen adamın sevgilisi ve de nehirde turist gezdiren geminin kaptanı adamı intihardan vazgeçirmeye çalışırlar. Hepsinin kendine göre geçerli nedenleri vardır. Adam sıfırı tüketmiş ve de üstüne üstlük borçlanmış bir iş adamıdır.

Kovaçeviç oyunu çok güzel kurgulamış. İçerdiği sürprizler hem şaşırtıyor hem de zekice yazılmış bir metin karşısında olmak izleyiciye büyük bir keyif veriyor (oyunun büyüsünü bozmamak için konuyu detaylayamıyorum). Aynı zamanda söylemek istediğini net bir şekilde söylüyor. Bence metin çok başarılı ve tiyatroda az rastlanan türden.

Oyunu Bilge Emin çevirmiş. Gayet iyi bir çeviri. Kulağa ters gelen hiçbir şey yok. Seyircinin oyunu sevmesinde büyük rol oynuyor.

M.Nurullah Tuncer hem sahneye koymuş hem de sahne tasarımını yapmış. Metni çok iyi okumuş Tuncer. Herşeyin yerli yerine oturduğu bir oyun izliyorsunuz. Son zamanlarda sayıları hızla artan iyi yönetmenleri görmek beni heyecanlandırıyor. Sahne tasarımı olağanüstü. Görsel bütünlük ve içinde barındırdığı detayları muhteşem. Uzun yıllardır sahne beni bu kadar büyülememişti. Tuncer'e getireceğim tek eleştiri bazen oyunun temposunun düşüyor olması. Biraz daha hızlı bir oyunculukla bu sahnelerin üstesinden gelinebilir.

Oyuncular ( Bennu Yıldırımlar, Bora Seçkin, Serhat Kılıç, İbrahim Can) bu başarılı prodüksüyona çok iyi hayat katıyorlar. Serhat Kılıç canlandırdığı dört karakter ile öne çıkıyor.

Çok başarılı bir oyun İntiharın Genel Provası. Kaçırmayın.

19 Mart 2010 Cuma

Seni Seviyorum Diyecek Kadar Sarhoş? / Caryl Churchill


'Nereye gideceğiz' diye sorar birisi, 'Gidemiyeceğimiz bir yer mi var?' diye cevaplar diğeri.'Ne yapacağız' diye sorar birisi.'Yapamıyacağımız birşey mi var' diye yanıtlar diğeri. Sam ile Jack arasındaki diyalog bu.

Sam bekar, Jack ise evli ve çocuklu. Birbirlerini tamamlayan, birlikte olduklarında büyük bir güç oluşturan bir çift. Caryl Churchill bu oyununda işte bizi bu eşcinsel çiftin mahrem hayatlarının içine atıyor. Kendimizi yatak odalarında, mutfaklarında buluyoruz. Konuşuyorlar, sevişiyorlar. Ama Irak işgalinden, Guantanamo'dan, Afganistan'dan, petrolden, nükleerden bahsediyorlar. Sam aslında Amerika (Sam amca). Jack İngiltere (The Union). Sanki karşımızda Bush ile Blair var. Beraberce dünyayı tehdit ediyorlar, yerle bir ediyorlar. Jack arada sırada ayrılmak ailesine dönmek istiyor. Ama Sam bırakmıyor.

Caryl Churchill'i daha önceden Dot'un oynadığı Far Away isimli oyundan biliyoruz. İngiltere'nin feministliği ile tanınmış ünlü oyun yazarlarından biri. Oldukça ileri yaşına rağmen (yanılmıyorsam 1938 doğumlu), kendini yenileyebilen ve günümüze yakışır oyunlar verebilen bir yazar. Bu oyunda da Amerika ile İngiltere'yi (Bush ve Blair'i de diyebiliriz) sadece birlikte varolabilen eşcinsel bir çift üzerinden anlatma fikri muhteşem.

Oyunu Tiyatro Boyalı Kuş oynuyor, Jale Karabekir sahnelemiş. Bu sahnelemede gitmeyen birşeyler var. Nitekim kısa bir oyun olmasına rağmen bir süre sonra sıkılıyorsunuz. Sanki gereksiz uzuyor gibi. Dinamizm kayboluyor. Çok iyi bir fikirle yola çıkan fakat iyi bir tiyatro örneği diyemiyeceğiniz bir oyunla karşı karşıyasınız. Türkiye'de seyrettiğim in-yer face akımı oyunları içinde beni doğrusu hayal kırıklığına uğratan tek oyun oldu. Fatih Gençkal ve Murat Mahmutyazıcıoğlu Sam ve Jack'e hayat vermek için ellerinden geleni yapıyorlar. Müzikler çok iyi.

Tiyatro Gaf'ta salı ve çarşamba akşamları sahneleniyor.

Kısa Kısa

Bu hafta sinemalarda gördüğüm filmler tam bir hezimet filmleri olduğu için kısa kısa yazıyorum.

M.Scorcese Zindan Adası ile beni acaip esnetti. Halbuki elinde ilginç olabilecek bir senaryo var. Gereğinden fazla uzun, sıkıcı bir film. İyi oyuncuları bile filmi kurtaramıyor.

Alice Harikalar Diyarı hayranı olduğum Tim Burton için büyük bir felaket. Filmin yarısında çıktım. Lafı uzatmayacağım, uzun zamandır bu kadar APTAL bir film görmemiştim(böyle yazmamalıyım ama başka sıfat bulamıyorum).

Ama sırada güzel haberler var.

Dot nisan ayında yeni bir oyuna başlıyor. Şu anda Pornografi adlı oyunu oynanan Simon Stephens'in geçen yıl Londra'da tüm eleştirmenlerden tam not alan Punk Rock adlı oyunu nisan ayında Dot Marsta. Heyecanla bekliyorum.

Talimhane Tiyatrosu ise Joe Pinhall'un Dumb Show adlı oyununu Medya Maymunları adı ile Mehmet Ergen'in yönetimi ve uyarlamasıyla sahneliyor. Joe Pinhall'u daha önce Dot'un sahnelediği Love and Understanding oyunu ile tanıyoruz.

Yeni hafta sinemalarda iki dikkate değer Türk Filmi var. Köprüdekiler ve Kara Köpekler Havlarken. Bir de Büşra var. Ben hepsine gideceğim.

13 Mart 2010 Cumartesi

Korku Tüneli / Philip Ridley / Tiyatro 0.2


Tiyatro 0.2 bir taraftan Mark Ravenhill'in Açık Saçık Birkaç Polaroid adlı oyununa devam ederken, 13 Mart tarihinden itibaren Philip Ridley'in Korku Tüneli'ni (Pitchfork Disney) sahnelemeye başladı. Philip Ridley'i Dot'un iki sene kapalı gişe oynadığı Kürklü Merkür'den tanıyoruz. Korku Tüneli Ridley'in ilk uzun oyunu. 1990 yılında yazılmış ve 1991 de ilk kez Londra'da oynanmış.

Haley ve Presley Doğu Londra'da evlerine kapanmış, 28 yaşında ikiz kardeşlerdir. Dış dünyadan kapılarında bulunan birçok kilitle korunurlar, çikolata bağımlısıdırlar, uyumak için ilaç kullanırlar. Haley sürekli uyumakta , Presley ise anladığımız kadarı ile uykusuzluk çekmektedir. Anne ve baba yıllar önce ne olduğunu bilemediğimiz bir şekilde yok olmuşlardır. Birbirleri ile devamlı çocukluk fantazilerini ve korkularını paylaşırlar. Sanki yaşamın koşullarına ayak uyduramamış ve büyümeyi reddetmişlerdir. Sürekli korku içindedirler. Haley markete bile gitmek istemez. Son çıkışında köpeklerin saldırısına uğramıştır. Pencereden gördükleri iki yabancının eve girmesiyle bu korunaklı ortam değişecektir. Presley görüp hayran olduğu Cosmo Disney'i eve getirir. Cosmo çok yakışıklı ve çekicidir. Midesinden rahatsızdır. Eve girer girmez kusar. Hayatını gece klüplerinde hamamböceği yiyerek kazanmakta, insanlar bu şova bayılmaktadırlar. Evde bulduğu hamamböceğini Presley'e göstermek için canlı canlı yer. Hayran Presley de Cosmo'nun hatırı için bir böcek yiyecektir. Presley Cosmo'ya kabuslarını anlatır. Cosmo onun için hem bir kanka hem de cinsel istek uyandıran birisidir. Derken ortaya Cosmo'nun iş arkadaşı Pitchfork Cavalier çıkar. Yüzü maskeli devasa bir adamdır. Sandalyenin üstünde başı üzerinde havaya kalkıp sözsüz şarkı söyler ama esas şovu maskesini çıkarıp, maskenin altındaki korkunç yüzünü göstermesidir. Cosmo Presley'e para verir ve Pitchfork ile markete gidip çikolata almasını ister. Presley çıkınca Halley'e garip bir biçimde tecavüz eder. Presley döner. artık uyanmıştır. Cosmo'nun parmağını kırar. Cosmo kaçar. Pitchfork dönüp Presley ve Halley'i terrörize (!) eder ve gider. Korku Tüneli gerçek ile kabuslar(bilinçaltı) arasında gidip geliyor. Ama kaybolmuyorsunuz. Ridley verdiği ipuçları ile sizi yönlendiriyor.

Ridley'in oyunu tamamen korkularımız üzerine. Çocukluktan beri taşıdığımız ve bir türlü kurtulamadığımız korkular. Uslu çocuk olmanın bile bizi kurtaramadığı korkular. Hızla değişen yaşamın, getirdiği koşulların bizde yarattığı korkular. Oyunun metni son derece iyi. İzleyiciyi sürüklüyor ve derdini çok iyi anlatıyor. Burada çevirinin payı çok büyük. Özlem Karadağ çok başarılı bir çeviri yapmış. Hiç sırıtmayan, herşeyin yerine oturduğu bir çeviri bu ( keşke Şölen'i de çevirseymiş diye hayıflanmadan edemedim).

Korku Tüneli'ni Sami Berat Marçalı sahneye koymuş. Bence oyunu çok iyi çözmüş, oyuncularını bu bağlamda çok iyi yöneterek unutmayacağımız bir eser çıkarmış. Bundan sonra yöneteceği oyunları heyecanla bekliyeceğim.

Tiyatro 0.2'nin prodüksiyonu tam bir oyunculuk şöleni. Herkes muhteşem. Halley'de Banu Çiçek Barutçugil çok iyi. Dışarı çıktığında başına gelenleri anlattığı bölümde olağanüstü. Hayran kaldım. Presley'de Murat Mahmutyazıcıoğlu karakterini çok iyi özümsemiş. Her bir hareket,ifade acaip zekice ve yerli yerinde. Büyük bir aktörle karşı karşıyayız. Cosmo'da Ushan Çakır doğal oyunu ve çekiciliği ile büyülüyor. Bu Cosmo hep hatırlanacak. Gözünüzü kamaştırıyor. Eyüp Emre Uçaray etkileyici.

Çok iyi bir oyun. Çok iyi sahnelenmiş. Çok iyi oynanıyor. Bize seyredip hayran kalmak kalıyor. İyi ki varsınız genç arkadaşlar.






12 Mart 2010 Cuma

Öldün, Duydun mu? Altıdan Sonra Tiyatro


Altıdan Sonra Tiyatro Yiğit Sertdemir'in Öldün, Duydun mu? adlı oyununu Kumbaracı 50'de sahnelemeye devam ediyor.

Büyük bir gürültü ile gözlerini açan adam kendini banyo küvetinde kumlara gömülü, kıpırdayamaz bir vaziyette bulur. İntihar etmiştir. Karşısında adamın hayatını masal şeklinde yazmış olan bir melek vardır. Tam olanları adama anlatmaya çalışırken Tanrı ebe kılığında ortaya çıkar. Adamın hayatı gözden geçirilecek, sonunda adam hatalarını anlayabildiği takdirde kendisine bir görev verilecektir. Melek masal olarak adamın hayatını anlatmaya başlar.

Yiğit Sertdemir yine zekasını ortaya koymuş bu oyunla. Karşımızda gayet iyi yazılmış yaratıcı bir metin var. Çok şey söylüyor ve de acaip eğlendiriyor. Kendisi belki de şu an en iyi oyun yazarımız.

Gülhan Kadim Masalcı/Melek'te çok başarılı. Aslı Can Kortan hiç bir zaman unutmayacağımız bir Tanrı/Ebe çiziyor. Hiç kıpırdayamadan oynayan Erkan Kortan ise zor rolunün altından çok iyi kalkıyor. Kaçırmayın.

PRECIOUS Lee Daniels


Oscarlı filmler bu hafta sinemalarda. Bir taraftan The Hurt Locker yeniden vizyona girdi, öte yandan Precious ve Crazy Heart.

Precious hazmedilmesi oldukça güç bir romandan uyarlanmış bir film. Babasından çocuk sahibi olan Precious'un hikayesi. 16 yaşında ve okuma yazma bilmiyor. Üstelik acaip şişman. Anne adamını elinden aldığı için kızından nefret ediyor. Hikaye 1987 yılında Harlem'de geçiyor.

Yönetmen Lee Daniels bu zor hikayeyi çok farklı anlatım dillerini bir arada kullanarak ekrana taşımış. Ve de çok iyi yapmış. Baştan sona ilgi ile izlenen, dramatik yapısı sağlam, tüm iç kapayıcı konusuna rağmen ümit ışığını bir an olsun söndürmeyen( ne de olsa Hollywood filmi, Avrupa'da çekilmiş olsaydı damardan girip nakavt ederdi) bir film çıkmış ortaya. Film ayrıca sosyal servislerin önemini ortaya koyması açısından da kayda değer.

Oyunculuklar için pek bir şey diyemeyeceğim. Akademi çok şişirdi ama sivrilikleri çok olan rollerde oynamak bana kalırsa hep çok kolaydır. Örneğin Mo'nique'in en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü kaptığı anne rolü böyle bir karakter.

Precious seyredilmeyi hak ediyor.


10 Mart 2010 Çarşamba

Eyvah Eyvah



Bu sene ikinci defa şaşırdık. Ama bunlar olumlu şaşırmalar. Önce Engin Günaydın Vavien ile karşımıza çıktı. Doğrusu oldukça iyi bir senaryo ile karşımıza geleceğini beklemiyorduk. Ve Vavien'i çok beğendik. Şimdi sıra Ata Demirer'de. Eyvah Eyvah beklediğimden çok daha iyi bir film. Sağlam bir senaryosu olan iyi bir komedi (bazen espriler aksıyor, yer yer de gereksiz bölümler var ama bunları hoşgörün). Sinemadan çıkarken keyifli çıkıyorsunuz.

Geyikli'de yaşarken, kendisine öldü denilen babasının yaşadığını öğrenince İstanbul'a babasını aramaya gelen klarnetçi Hüseyin'in hikayesi Eyvah Eyvah. İstanbul'da şarkıcı Firuzan ile tanışıyor.

Ata Demirer'in yarattığı karakter Hüseyin Badem çok iyi. Artık Türk Sineması da çok boyutlu karakterler yaratmayı başarıyor. Hüseyin ilginç, hiç prototip değil. Film boyunca adım adım onu keşfediyoruz. Kanımız acaip kaynıyor. Kahraman da değil, gerçek bir insan. Ata Demirer bu tiplemede çok başarılı. Hiç abartısız son derece doğal bir oyun sergiliyor.

Demet Akbağ ise yine her zaman olduğu gibi Firuzan'da döktürüyor. Bugüne kadar hangi rolde izlediysem hep hayran kaldım. Çok farklı karakterlerde sanki hep Demet Akbağ'mış gibi duran ama her yarattığı karakter ile belleklerimizden silinmeyen bir yetenek. Ben hep Catherine Deneuve ile kıyaslarım Akbağ'ı. Deneuve de her filminde aynı Deneuve'dür. Ama aynı Deneuve binbir kişiliğe girer çıkar, hepsine de bayılırız. Ben bu filmde de Firuzan'ı çok sevdim.

Ata Demirer güzel bir komedi yazmış. İyi çekilmiş. Oyunculuklar çok iyi. Seyirciden de ilgi görüyor Eyvah Eyvah. Düzeyli komedilerin de gişe yapabileceğini ispatlamış oluyor.

8 Mart 2010 Pazartesi

Günahkar Kırmızı Masum Beyaz / Michel Faber


Popüler(bu tanımlamayı pek sevmiyorum ama yerine başka bir şey bulamadım) roman sınıfına koyabileceğimiz ama sınırlarını zorlayan bir eserle karşı karşıyayız. Viktorya dönemi Londra'sında bir fahişenin ( Sugar ) yaşamını anlatıyor. Ama inanılmaz detaylarla ve yan hikayelerle. O dönemin gece hayatından başlayarak, çeşitli sınıflardaki insanların yaşamlarına, etkileyici fikir akımlarına kadar uzanan bir çalışma. Sizi şaşırtıyor.

Kitabın yazarı Michel Faber Hollanda doğumlu. Şu anda İskoçya'da yaşıyor. bu yüzden İskoçlar kendisine İskoçyalı yazar diyorlar. Avustralya'lılar eğitimini Avustralya'da yapıp uzun seneler orada yaşadığı için Avustralyalı, Hollandalılar'da Hollandalı diyorlar ama anlaşılan onun kimseye aldırdığı yok. O Michel Faber. Hatta 2002 yılında bu kitabı yayınlandığı zaman Booker'a aday olması için İngiliz tabiyetine geçmesi isteniyor ( Booker adayı olmak için İngiliz vatandaşı veya Commonwealth pasaportu sahibi olmak lazım) fakat Faber reddediyor. Faber inanılmaz bir araştırmacı. Viktorya dönemini çok iyi araştırmış , çok çekici ve akıcı bir roman çıkarmış ortaya. Eleştirmenler Dickens 2000'li yıllarda yazsaydı böyle yazardı diyorlar.

Oldukça kalın ve iyi bir şekilde çevrilmiş bir yapıt var karşımızda. Eğer ağır takılıp, sadece edebi roman okurum diyorsanız bu kitabı alın, yaz sıcağında şezlonglarınızda okuyun. Pişman olmayacak ve hatta diğer Faber kitaplarına bakacaksınız. Böyle bir kaygınız yoksa hemen okumaya başlayın. Sugar'ın dünyası sizi acaip saracak. Bestseller ama bestseller olmanın çok ötesinde bence.

5 Mart 2010 Cuma

Ölümcül Tuzak / The Hurt Locker


Pazar günü verilecek Oscar Ödüllerinde dokuz dalda aday olan Ölümcül Tuzak, bugüne kadar tam 68 ödüle sahip bir film. Geçen günlerde Bafta 'da çok sayıda ödül kazandı, ayrıca Venedik Film Festivalin'den de dört ödülle döndü. Avatar'a en büyük rakip olarak görünüyor Oscar'lar için.

Mark Boal'un yazdığı senaryo tamamen gerçek olaylara dayanıyor. Irak'ta bir bomba imha timinin hikayesini izliyoruz. Hergün şehrin bir başka yerinde bomba imha eden, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen çok iyi eğitimli bir ekip. Yönetmen Kathryn Bigelow bir yandan imha timinin elemanlarının yaşadıklarını izleyiciye çok iyi anlatıyor, diğer yandan bombacılara ve de sivil halka uzanıp, başka bir ülkeden çıkıp gelenlerle orada yaşayanlar arasındaki ilişkiye etkileyici bir şekilde değiniyor. Savaşanlar için savaşın ( tehlikenin) nasıl bir hobi haline gelebildiğini tüyler ürpertici sahnelerle anlarken, gittiğiniz ülkedeki insanlar sizi istemezlerse ne yaparsınız yapın tutanamayacağınızı çok iyi görüyorsunuz.

Ölümcül Tuzak çok boyutlu bir senaryoya sahip. Gerilim içinde kalbiniz çarparken, beyninizi acaip çalıştırıp size çok şey anlatan bir senaryo bu. Bigelow iyi senaryonun hakkını vermiş. Çok çarpıcı bir film çıkarmış. Savaş üzerine yapılmış filmleri sıralarken hep baş sıralarda yer alacak belleklerden silinemeyecek bir yapıt olmuş. Dönem dönem Hollywood filmi klişeleri var ama görmemezlikten gelin.

Geçen sene ülkemizde ekim ayında vizyona girmiş olan bu filmin dvd'si var. Su anda sadece Nişantaşı Cities Sinemalarında gösterimde. 12 Mart tarihinden itibaren yeniden gösterime giriyor.

4 Mart 2010 Perşembe

Wolf Hall / Hilary Mantel


2009 yılının kendinden en çok bahsettiren kitabı kuşkusuz Hilary Mantel'in Wolf Hall 'u oldu. 2009 Man Booker Ödülünü aldı, Time yılın en iyi beş kitabından biri seçti, NewYork Times yılın en iyi eserleri arasında saydı. Man Booker Ödülünü aldığı zaman doğrusu yeni bir Boleyn hikayesi olduğunu düşündüğüm için kitap beni pek cezbetmedi. İngilizler bu hikayeden hiç mi bıkmayacaklar diye düşündüm. Ama okuyunca Mantel'ın neden ödülü kaptığını da anladım.

Wolf Hall bir biyografi. Thomas Cromwell'ın biyografisi. Konuyu hatırlayacaksınız. 1520 yıllarında İngiltere. Kral 8.Henry erkek evlat peşinde. Bunun için yirmi yıldır evli olduğu karısından boşanıp Anne Boleyn ile evlenmek istiyor. Papa ve tüm avrupa bu boşanmaya karşı. Ve ortaya Thomas Cromwell çıkıyor. Müthiş bir politikacı, rüşvetçi ama şeytan tüyü olan bir adam. İngiltere'yi hem kendi hem de kralın arzuları doğrultusunda yeniden şekillendiriyor.

Hastalanıp papaz kendisinden günah çıkarmasını isteyince günahlarım giderse benden hiçbir şey kalmaz diye düşünen, Thomas Moore'un 'Cromwell'i sabah zindana kapatın, akşam geldiğinizde onu peluş bir yastık üzerinde av eti yerken bulursunuz, üstelik bütün gardiyanlar da ona para borçludurlar ' diye tarif ettiği bir Cromwell söz konusu olan.

Hilary Mantel bu biyografik romanında tarihi romanın dil sorununu çok güzel çözmüş. Wolf Hall alıştığımız bıktırıcı klasik tarihi romanlardan çok farklı. Oldukça yenilikçi ve de sürükleyici bir anlatıma sahip. Bu arada kişisel psikoloji ve bunun politika uzantısını çok güzel veriyor. O dönemin İngiltere'si detaylarla gözünüzün önünde canlanıyor. Tudor Dönemini size kavratıyor. Ödülünü hak etmiş bir kitap (ama ben yine de ödülü Summertime ile Coetzee'ye verirdim, ama daha önce iki defa booker aldığı için herhalde artık yeter diye düşündüler).

Wolf Hall daha Türkçeye çevrilmedi. Eli kulağındadır diye düşünüyorum. D&R ve Remzi'de hem hardcopy hem de paperback olarak var. Kalınlığı sizi ürkütmesin (hardcopy 650 sayfa).

1 Mart 2010 Pazartesi

Peygamber / Un Prophete Jacques Audiard


Geçen gün açıklanan Cesar Ödüllerini hemen hemen her dalda Jacques Audiard'ın Peygamber adlı yapıtı kazandı. Film ayrıca 2009 Cannes Film Festivali Büyük Ödülü ve Londra Film Festivali En İyi Film Ödülüne sahip. Öncelikle belirtmek gerekir ki yaklaşık iki buçuk saat süren filmi gözünüzü kırpmadan seyredince bu ödüllerin hepsini yerinde buluyorsunuz. Audiard daha birçok festivalde kesin birinciliği götürecektir. Peygamber insana iyi ki sinema var dedirten ve sinemanın gücünü ispatlayan bir film.

19 yaşında,okuma yazma bilmeyen ve altı yıllık cezasını çekmek üzere bir Fransız hapishanesine kapatılan Malik Djabena'nın hikayesini izliyoruz. Hapishane Arap ve Korsikalı mahkumlarla doludur. Hapishaneyi yöneten Korsikalı çete lideri Malik'e bir görev verir ve zorla yaptırır. Kimsesiz, çelimsiz ve kırılgan Malik yavaş yavaş güçlenecek, cesareti ve zekası ile inanılmaz bir konuma erişecektir.

Senaryo çok iyi yazılmış, acaip sağlam. Audiard hikayesini çok iyi anlatıyor. Hiç bir detay atlanmamış. Sizi heyecanlandırıyor, meraklandırıyor. Malik'te Tahar Rahim (en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı) parmak ısırtıyor. Kurgu muhteşem.

Filmin bildiğim kadarı ile şu ana kadar Türkiye dağıtımcısı yok. Umarım vizyona girer. Bağımsız Film Festivalinde gösterildi. Muhakkak görülmeli.