30 Nisan 2010 Cuma

PUNK ROCK / SİMON STEPHENS / DOT


Tam tiyatro sezonu biterken kalpten kurşunla vurulmak diye buna denir işte. Başta bildiğim kadarı ile hiç oyun sahne koyma deneyimi olmayan Rıza Kocaoğlu'nun oyunu sahneye koyacağını , sahnede oldukça genç bir oyuncu grubu olacağını ve canlı müzik performansı olduğunu okuduğumdan doğrusu biraz korkarak gittim 'Punk Rock'a. Ama herzaman olduğu gibi Dot bu sefer de ne denli profesyonel bir grup olduğunu ortaya koydu ve korkularımın ne kadar boş olduğunu bana gösterdi. Kendimden şüphelerimden dolayı utandım çünkü yaşadığım sürece sahne sahne hep aklımda kalacak bir oyun çıktı karşıma.

Punk Rock Stockport'ta özel bir okulda okuyan bir grup liseli genci anlatıyor. Ama sakın İngiltere'de özel bir okul diye düşünmeyin. İsimleri değiştirip İstanbul'da özel bir okula hemen uygulayabilirsiniz bu oyunu. Hiçbir şey değişmez. Aileleri tarafından sadece başarılı olmaya kilitlenmeleri istenen gençler bunlar. Öyle ya..aile dünya kadar para ödüyor onlarda bu paranın karşılığını vermeliler. Oysa bu yedi gençte tüm insanlar gibi. Onların da korkuları, kıskançlıkları, kendileri gibi olmayanı küçümseme, onlara dayılanma istekleri ve hatta yaşamlarından kaynaklanan psikolojik sorunları var. Hormonlarını yeni yeni keşfediyorlar. Ama içinde bulundukları girdap onları tüm bunlarla yüzleşip , herşeyi sorgulatıp daha az arızalı bir birey olmalarını sağlamak yerine tam tersine agressifleştiriyor. Ve bir türlü uyuşamadıkları ama içinde yaşadıkları dünyaya karşı konumlanıyorlar. Bu dünya ile barışmak yerine şiddet geliştirerek kendilerini koruyorlar. Stephens'ın oyunu Gus Van Saint'in Elephant filmi ile bağdaşıyor. Amerikalı sosyologların sürekli işaret ettikleri gibi başarıya endeksli bir model büyük boyutta kendi şiddetini yaratıyor.

Oyun bir kafes içinde oynanıyor. Gençlerin hapsolduğu bir kafes. Sahneler birbirine canlı performans ile bağlanıyor. Şarkılarda da haykırıyor gençler. Sanki o kafesi parçalayıp çıkmak istiyorlar. Rıza Kocaoğlu oyunu çok iyi sahnelemiş. Burada Pınar Töre'nin süper çevirisinin de büyük payı var. Hiç bir sahne boşa gitmiyor. Adım adım kaçınılmaz sona doğru ilerliyoruz.

Oyunculuklar harika. Herkes çok iyi. Ama tabii akılda en çok rolü nedeniyle William'ı oynayan Hakan Kurtaş kalıyor. Anladığım kadarı ile Hakan Kurtaş şu anda öğrenci. Eminim onu ileride çok seyredeceğiz. Hem oyunculuğu, hem fiziği, hem de şarkıları ile olağanüstü. Chadwick'te Mehmetcan Mincinozlu ( o da öğrenci) süper bir yetenek. Üstelik canlı performansta bateri de ona emanet. Mincinozlu hem rolünü çok iyi oynuyor, yarattığı karakter muhteşem hem de sahneye çok yakışıyor. Şeytan tüylü oyuncu diye tanıyacağız onu bundan böyle. Çok zarif bir insan. Diğer dört oyuncu da süperler.

Sezonun , bence şu ana kadar gördüğüm oyunlar arasında ,Tiyatro 0.2 nin oynadığı Korku Tüneli (The Picthfork Disney) ile en iyi iki oyunundan biri. Oyun sonrası kendimizi kaptırmış vaziyette uzun bir süre oyundan ve oyunculardan konuşur bulduk.

İyi bir oyun seyretmek istiyorsanız gidin. Olağanüstü genç oyuncular seyretmek istiyorsanız gidin. Haziran sonuna kadar G-Mall'da oynanmaya devam edecek.


PİOLA / OLİVİA'S PİZZERİA

İstanbul'da son zamanlarda bir çok pizzacı açılmaya başladı. Biliyorsunuz pizza benim en sevdiğim damak tadlarından biri. Hele bir de güzel bir kırmızı şarap olursa yanında. Dolayısı ile açılan pizzacıları takip etmeye çalışıyorum. Semih Kaptanoğlu'nun 'Bal'ı bir anda çok az sinemada gösterilmeye başlanınca ben de kendimi Astoria'da buldum ve çıkışta Yıldız Posta Caddesinde Point Hotel'in altında açılan PİOLA'ya gitmeye karar verdim. Piola'nın geçmişi 23 yıl geriye Treviso'lu iki kardeşin açtığı lokantaya dayanıyor. Daha sonra zincirleşmiş ABD, Brezilya, Arjantin, Şili ve Meksika'da konumlanmışlar. Avrupa'da ise İtalya'dan sonra ikinci durakları İstanbul.

Piola hoş, ferah bir dekorasyona sahip. Sizi güleryüzlü insanlar karşılıyor. Servis iyi. Ben genellikle ilk gittiğim yerde hem karşılaştırma yapabileyim hem de damak tadını tam olarak algılayayım diye az malzemeli basit pizza seçerim. Burada da öyle yaptım. Porçini mantarlı pizzamı ve tabii kırmızı şarabımı ısmarladım. Heyecanlı bekleyişim hüsranla sonuçlandı. Bence Piola zahmet edip buralara gelmeseydi. En sıradan pizzacıda yediğiniz pizzadan hiç farkı yoktu önüme gelen pizzanın.Porçini mantarları ise az sayıda olarak koca pizzanın üstüne seyrek olarak
yerleşmişlerdi ve hiç tadları alınmıyordu. Ucuz olmayan bu lokantaya bir daha gelmeyeceğimi kesinleştirmiş olarak çıktım.

Öte yandan Levent'te açılmış olan , iddiasız bir mahalle pizzacısını andıran Olivia's Pizzeria ise olağanüstü pizzası ile tam not aldı. Olivia, Carlo Petrini tarafından kurulan , Slow Food hareketine dahil. Adından da anlaşılacağı gibi Slow Food Fast Food karşıtı. Olivia's Pizzeria D.O.C pizza yapıyor. D.O.C 1998 senesinde İtalyan Hükümetinin Pizzayı resmi yemek kabul edip verdiği statünün adı. Denominazione di Origine Controllata anlamında ve otantik napoliten pizzayı üretmek için gerekli metod ve kanunen izin verilen malzemeleri belirliyor. Benim seçtiğim pizza tam bir lezzet abidesiydi. Yakın bir zaman içinde tüm pizzalarını deneyeceğime şüphem yok. Acaip bir şölen Olivia's pizzeria. Evlere servis yapıyorlar. (Olivia Hürriyet'in seçtiği en iyi pizzacılar listesinde en üstlerde yer aldı).

TEK BAŞINA BİR ADAM / TOM FORD



Christopher İsherwood'un romanından ünlü modacı Tom Ford'un yaptığı bu film adını öncelikle Colin Firth'ün başarılı oyunu ile duyurdu. Nitekim Firth en iyi erkek oyuncu oscarını alamadı ama birçok ödül aldı. Ford bize on altı yıllık sevgilisini kazada kaybetmiş eşcinsel Profesör Falconeer'in son yirmi dört saatini anlatıyor. İntihar etmeye karar vermiştir George Falconeer, artık bu dünyaya katlanamamaktadır. Ama son anda ortaya çıkan öğrencisi Kenny ile geçireceği gece denklemi bozacaktır.

Bir modacı film yaparsa tabii böyle bir film yapar. 1962 yılında geçen film inanılmaz bir görsellik barındırıyor. Herşey olağanüstü. Evler olağanüstü, dekorasyonları muhteşem, insanlar acaip yakışıklı güzel, kıyafetler nefes kesici , sanki bir masal dünyası. Bu kadar estetik seyirciyi filme yabancılaştırıyor doğrusu. Ama bu yabancılaşma muhteşem oyuncular sayesinde hikayeyi çok daha derinden kavramanızı sağlıyor. Yine bu estetik, bir başka açıdan, hikayeyi hemen bugüne taşımanızı sağlıyor. Çünkü bugün aynı kaygılarımız var. Herkes moda dergisi kapağından fırlamış gibi kusursuz olmaya çalışıyor. Bu ihtişam, güzellik ve kusursuz estetik içinde bugünün bireyi de aynen George gibi yapayalnız. Özetle Ford'un modacılığı filme hangi açıdan bakarsanız bakın büyük katkı sağlamış.

Colin Firth hakikaten muhteşem. Tüm film boyunca gözlerinin ifadesi, bakışları, mimikleri seyirciyi büyülüyor. Karakterini çok iyi özümsemiş ve de inanılmaz iyi bir şekilde perdeye yansıtmış. Kenny rolündeki Nicholas Hoult 'da yine gözlerinle oynayan harika bir partner. İkilinin beraber oldukları bazı sahneler büyüleyici.

'Tek Başına Bir Adam' büyük değil ama, keyifle izlenen bir film. Sadece Firth için bile izlemeye değer.

BEYAZ BANT / MICHAEL HANEKE



Haneke'nin geçen yıl Cannes Film Festivalinde en iyi film ödülünü alan 'Beyaz Bant' nihayet bu hafta gösterime giriyor. Geçen yıl Antalya Film Festivalinde izlediğim film bizi 1913-1914 yıllarında bir protestan Alman köyüne götürüyor. Hikayeyi o sıralarda köyün öğretmeninden yıllar sonra yaşlanmış sesi ile dinliyoruz. Küçük bir köyde kamera bize aynı anda rahip ve ailesi , doktor ve çocukları, doktorun beraber çalıştığı hemşire, büyük toprak sahibi baron ve ailesi, baronun yanında çocuk bakıcılığı yapan kız, baronun arazisinde çalışan aile olmak çeşitli sınıftan insanların yaşamlarına ortak ediyor. Kadının ikinci sınıf olduğu son derece ataerkil bir toplumdayız. Yaşam son derece katı , otoriter kurallara bağlanmış. Yüzeyden bakıldığında bile insanı rahatsız eden köy toplumu aslında ensest de dahil olmak üzere bir sürü saplantılar barındırıyor. Bir taraftan da köyde kimin tarafından yapıldığı bir türlü bilinemeyen şiddet olayları olmakta (filmi keyifle izlemeniz için konuyu detaylandırmıyorum).

Haneke bu filmi ile bizleri otoriter toplumların yol açacağı felaketler üzerinde düşündürüyor. Sanki tam birinci dünya savaşı öncesinde anlatılan hikaye çok kısa bir zaman içinde gelişecek Alman nazizminin tohumlarının nasıl oluştuğunu anlatıyor. Ama daha geniş bir perspektif içinde bakarsak o yıllarda bu durumda olan toplum sadece Alman toplumu değil. Kendi toplumumuzla ilgili bile birçok güncel referans bulabiliyoruz bu küçük köyde anlatılan hikayede. Aslında bu, dünyanın topyekun yaralanmasına sebep olacak birinci ve ikinci dünya savaşlarının oluşumunun hikayesi bence.

Beyaz Bant heyecan ve ilgi ile izlenen bir yapıt. Ancak benim favori Haneke filmim olmayacak. Örneğin Saklı(Cache) dan aldığım keyfi bu filmde almadım. Ama Haneke'nin en kolay anlaşılan filmi.

24 Nisan 2010 Cumartesi

KOSMOS / REHA ERDEM

Antalya Film Festivalinde göremediğim Cosmos'u nihayet vizyona girince görebildim. Biraz da korkarak gittim çünkü bugüne kadar Reha Erdem sineması ile aram pek iyi değildi.

Kosmos veya Battal sınır kentlerinden birinde birdenbire beliren bir adam. Kente geldiği gün nehirde boğulmakta olan bir çocuğu kurtarıyor. Kentlilere göre ölmüş çocuğa nefes veriyor. Ve efsane oluyor. Sanki bir peygamber gibi konuşuyor Battal. Herkese şifa dağıtıyor. Kaşık kaşık toz şeker yiyor. Ama onunla birlikte kentte alışılmış ahlak kurallarında bir değişim oluyor. O güne kadar hiç hırsızlığın olmadığı kentte hırsızlıklar başlıyor. Oğlunu kurtardığı adamın kızı ile bambaşka bir şekilde anlaşıyor. Yaşlı öğretmen kadın ile beraber oluyor. Nihayet komutanın baldızı ile olan ilişkisi bardağı taşırıyor. Fonda sürekli askeri manevra sesleri var. Bu arada sınırın açılması için kentte imza toplanıyor. Yabancıların kente gelmelerinin avantajları ve dezavantajları tartışılıyor. Yani film bu arada güncel olaylarla da hesaplaşıyor.

Reha Erdem çok iyi bir sinema dili ile ruhani bir film kotarmış. İnsanın dünyada yaşayan diğer canlılardan bir farkı , üstünlüğü yok. İnsanoğlu aslında çok kötü. Kullanabildiği kadar kullanıyor (şifa dağıtıldığı sürece herşey çok güzel) ama uyuşmadığı anda hemen harcıyor, sizden kötüsü olmuyor. Film adı geçmiyor ama Kars'ta çekilmiş. Yaratılan atmosfer ve görüntüler olağanüstü. Dinamik ve hiç aksamayan bir film Kosmos.

Özetle bu sefer çok iyi bir yönetmen ile karşı karşıyayız. Erdem'in hikayesi ve anlatımı çok başarılı. Bazı sahneler büyüleyici.


23 Nisan 2010 Cuma

GÖZLERİNDEKİ SIR / JOSE JUAN CAMPANELLA


Bu sene yabancı film Oscarlarında adaylardan Audiard'ın 'Peygamber' adlı filmi heykeli alamayıp, Campanella kazanınca doğrusu adını daha önce duymadığım bu Arjantin filmini bayağı merak etmiştim. Çünkü Peygamber benim gözümde kesin en iyi adaydı(bakınız 1 mart tarihli yazım).
Sonunda bu hafta 'Gözlerindeki Sır' vizyona girdi.

Eski bir savcılık müfettişi Benjamin Esposito'nun bir roman yazmaya koyulmasının hikayesi bu film. Roman yıllar önce işlenmiş Morales cinayeti ile ilgili. Artık emekli olan Esposito romanı için eski patronu kadın hakim Irene Menendes Hastings ile görüşmeye gidiyor. Ve kaçınılmaz olarak eskiye , 1974 yıllarına dönülüyor. Film çok başarılı geriye dönüşlerle bizlere bir cinayet çerçevesinde geçmişle hesaplaşmayı anlatıyor. Ancak Eduardo Sacheri'nin 'La Pregunta de sus ojos' adlı romanından uyarlanan film ( yönetmen ve yazar senaryoyu da birlikte yazmışlar) bu hesaplaşmayı anlatırken sadece geçmişi değil aynı anda bugünü hatta yarını da anlatıyor. Konuyu filmin tadını kaçırmamak için özellikle detaylamıyorum. Yalnız filmi bir cinayet filmi olarak algılamayın. Aynı zamanda büyük bir aşkın, tutkunun, saplantının hikayesi(tabii bu arada Arjantin'nin de) . Karısının katilini bulmak için hergün işinden çıkıp Buenos Aires'in tren istasyonunda katili bekleyen koca, kadın hakim tarafından tahrik edilip zanlının suçunu itiraf ettiği sahne, savcı müfettişi, hakim ve de tahliye edilmiş katilin beraber oldukları asansör sahnesi, stadyum çekimleri filmin unutulmazları arasına giriyor. Bir de alkolik asistan Pablo Sandoval . Filmi seyrederseniz yaşadığınız sürece bu karakter sizinle beraber canlı kalacak eminim.

Campanella bu filmi ile her tarz seyirciye göz kırpıyor. Çok muhafakazar sinema seyircisinden yenilikçisine kadar herkese hitap ediyor. Film bazen Hollywood barındıyor ama görmemezlikten gelin. Hikayesi, anlatımı, oyuncuları ile iyi bir filmle karşı karşıyayız. Bu filmi seyredin derim.





22 Nisan 2010 Perşembe

FUCKBUDDY ARANIYOR / TİYATRO GAF

Uzun zamandan beri oynanan ama maalesef kendi tiyatrolarında yere oturup seyretmek gerektiği için bir türlü gitmeye cesaret edemediğim ( yıllar önce tiyatro festivalinde minder üzerinde bir oyun seyretmiştim, sonra bacak adelelerim ve kemiklerim benden acı intikam aldılar) 'FuckBuddy Aranıyor' bir geceliğine Kumbaracı50'ye transfer olunca hemen koştum. Oyunu Serkan Öz yazmış ve yönetmiş.

'Fransız okullarından birinden mezun, Galatasaray, St. Benoit, St. Michel, ya da Fransızca bilen, Obama'ya umut bağlayan, ama Nobel'in de erken olduğunu bilen Cihangir ya da Moda ikametgahlı, funk, indie dinleyen mümkünse kızıl saçlı herkes özelden ulaşsın' diye facebook sayfasına yazmış Deniz'in evindeyiz. Kendi deyimi ile made-in Mimar Sinan Deniz. 27 yaşında, reklamcı. Herşeyi var ama hiçbirşeyi yok. Bunalımda. Neden yaşıyoruz sorusunun etrafında dönüp duruyor. Yemek Sepetinden yemek alıyor, otunu içiyor. Kuzeninin deyimi ile bok gibi parası var.

Oyunda bir yandan modern metropolun yarattığı gençliğin yaşamına tanık olurken, diğer yandan 1980 lerin Türkiyesi'ne gidiyoruz. Sorgulanan, işkence gören bir adam. Yılmayan, kararlı, kendi ölümü ve karısının da işkence görmesi pahasına prensiplerinden ödün vermeyen bir devrimci oyunda Deniz'in yaşamına parallel olarak sahnede beliriyor.

Serkan Öz 25-30 yıllık zaman süreci içinde iki uca savrulmuş gençliği anlatıyor. Birinde doğru veya yanlış bir inanmışlık var diğerinde ise kocaman bir boşluk. Modern yaşamda yaşanılan iletişimsizlikler ise had safhada. Kendisini ziyaret etmedi diye telefonda oğluna sürekli sitem eden annenin 'Oğlum Yaprak Dökümü başlıyor, kapatıyorum' demesi süper. 'FuckBuddy Aranıyor' bazı sahnelerde büyük bir başarıyı yakalıyor. Ben özellikle Deniz ve Ceren'in beraber oldukları sahneye bayıldım. Bu bölüm çok iyi yazılmış ve de çok iyi oynanıyor. Ama oyunun tümü için bunu söyleyemiyeceğim. Bazı kısımlar gereğinden fazla uzun tutulmuş, daha da önemlisi bazen oyunun temposu çok düşüyor.

Ama yine de Serkan Öz anlatmak istediği gençlik kesimini çok iyi anlatıyor. Babalarının bir bölümü ile aralarındaki farklılığı da. Bundan sonra yazacağı oyunlarda daha başarılı olacağına şüphem yok.

21 Nisan 2010 Çarşamba

BROOKLYN / COLM TOİBİN


Brooklyn 2009 yılı hem Booker hem de Costa(eski Whitbread) ödülleri adayıydı. Booker'da kısa listeye giremedi ama 2009 Costa En İyi Roman Ödülünü aldı. Colm Toibin bizlerin yabancı olmadığı bir yazar. Daha önce The Blackwater Lightship ve The Master adlı romanları türkçeye çevrilmişti. Ama şu anda bu kitaplar tükenmiş durumda yani yeni baskıları yok.

Brooklyn 1950 yıllarında hem İrlanda'da hem de Amerika'da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Dönem İrlanda'da krizin yaşandığı, işssizliğin kol gezdiği, Amerika'nın ise iş cenneti olduğu bir dönem. Eilis , Enniscorthy'de annesi ve kız kardeşi Rose ile yaşamaktadır. Babaları ölmüş, erkek kardeşleri ise çalışmak için İngiltere'ye gitmişlerdir. Bir ofis işinde çalışan Rose aileyi geçindirmektedir. Gündüz sürekli çalışan Rose akşamları golf oynamaktadır. Eilis ise iş bulamamakta, ancak sadece pazar günleri bir dükkanda part time olarak çalışmaktadır. Rose golf kulübünde tanıştığı ve Amerika'da yaşayan Rahip Flood'un yardımıyla Eilis'i Brooklyn'e yollar. Bir anlamda Eilis için kendini feda etmiş, İrlanda'da kalmayı ve de annesi ile yaşamayı kabul etmiştir. Eilis te bu fedakarlığın farkındadır. Brooklyn'de yine İrlandalı olan bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşir, büyük bir mağazada satıcılık işi bulur. Akşamları da muhasebe kursuna gitmektedir. Başta yeni ülkeye alışmakta zorlanır ama Amerika'nın olanakları ve özellikle hayatına giren italyan kökenli Tony sayesinde kısa zamanda bu hayata alışır. Ancak bir ölüm olayı onun tekrar İrlanda'ya dönmesini gerektirecektir. Ve Eilis tekrar bir seçim yapmak zorunda kalacaktır.

Colm Toibin bir taraftan Atlantik'in iki yakasında o dönemde yaşananları bize aktarırken diğer yandan zor unutulacak bir kadın portresi çiziyor. Okuyucuyu inanılmaz bir şekilde kavrayan bir yazar Toibin. Sizi istediği noktaya taşıyor, kontrol hep onda. Bir an bile kendi başınızı alıp romanda başka bir noktaya konsantre olamıyorsunuz. Ama sizi kıskıvrak bağlıyor. En büyük duyguların anlatıldığı, dramatikliğin en üst noktada olduğu anlarda bile son derece basit bir dille okuyucuyu büyülüyor. Kitabı bitirince nasıl bu kadar basit ama derin ve güzel anlatılabilir şaşıyorsunuz. Okuduğunuz herşey detayıyla aklınızda yer etmiş vaziyette.

Bugüne kadar okuduğum İngilizce yazan yazarlar arasında Toibin kadar basit, açık seçik, sade, bir o kadar da zarif anlatımı olan bir yazara rastlamadığımı itiraf ederim.

19 Nisan 2010 Pazartesi

FİLM FESTİVALİNİN ARDINDAN

Bu sene biraz geç başladığım için seyredebildiğim film sayısı da kısıtlı kaldı. Toplam 14 film gördüm festivalin ikinci haftası boyunca. Bu sene seyrettiklerimi değerlendirirken dört kategori yaptım.

1) Lezzetli Filmler: Gerçekten sinema tadı olan filmler bu kategoride. Lanthimos'un 'Köpek Dişi ' , Dumont'nun 'Hadewijch'i, Ursula Antoniak'ın 'Özel Yaşamlar ' adlı filmi, Xavier Dolan'ın 'Annemi Öldürdüm'ü ve Samuel Maoz'un 'Lübnan' adlı filmi gerçekten keyifle izlediğim filmlerdi. Köpek Dişi'ni daha önce yazmıştım. Diğer filmleri de ayrı ayrı yazacağım.

2) İyi Filmler: İsrailli Copti ve Shani'nin 'Ajami' si bu kategoride. Ajami Yafa'da farklı etnik grupların yaşadığı bir semt. Bir intikam cinayeti çerçevesinde İsrail topraklarında yaşayan Filistinliler, buraya gelip kaçak çalışan Filistinliler, uyuşturucu kaçakcıları, Bedevi intikam mangaları ve yozlaşmış İsrail Polisi'nin dahil olduğu trajikomik bir hikaye anlatıyor Copti ve Shani. Bir kez daha Vadedilmiş Topraklarda vadedilemeyecek kadar kötü bir yaşama zorlanan insanlara tanık oluyoruz. Oyuncuların hepsi amatör. Ajami amacına ulaşan, hikayesini iyi anlatan bir film.

Bu kategoride ikinci filmim 'Hücre211' . 2010 Goya ödüllü bu filmde Daniel Monzon çok çarpıcı bir filme imza atmış. Juan'ın yeni işi gardiyanlıktır. Göreve başlamadan bir gün önce çalışacağı cezaevine gelir. Amacı amirleri üzerinde iyi bir etki bırakmaktır. Ancak diğer gardiyanlar Juan'a hapishaneyi gezdirirken isyan çıkar ve Juan kendini bir hücrede bulur. Kapılar kapanmış ve artık mahkumlarla birliktedir. Yaşayabilmek için mahkum rolü oynamak zorundadır. Hapishanede Eta Örgütünden mahkumlar bulunması isyana önemli bir boyut katacaktır. 'Hücre211' bu sene seyrettiğimiz 'Peygamber ' gibi hem günümüzün hapishanelerini çok iyi anlatıyor hem de suçlu olmak ve olmamak arasındaki ince çizgiyi çok iyi kavratıyor.

3)Sıradan Filmler: John Lennon'un gençliğini anlatan 'Nowhere Boy', Tolstoy'un hayatının son bir senesini anlatan 'Aşkın Son Mevsimi' ( bu anlamsız ismi filme kim neden koydu bilmiyorum, filmin orijinal adı The Last Station), tavla üzerine eğlenceli Bulgar filmi 'Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda', eşcinsel bir aşk hikayesi anlatan Peru filmi 'Akıntıya Karşı', ve Berlin ödüllü Romen filmi 'Islık Çalmak İstersem Çalarım' sıradan filmlerdi.

4)Berbat Filmler:Festivale hiç yakışmayan filmlerden bu sene kaçınabildim galiba. Sadece iki tanesi oltama takıldı. Biri 'Mao'nun Son Danscısı'. Uzun zamandır bu kadar klişe bir film seyretmemiştim. Çinli balet Li Cunxin'i anlatan bu film acaip kötüydü. Diğeri ise Mısır'da gişe rekorları kırdığı söylenen 'Anlat Şehrazat'. Filmi çok zaman kaybetmeden terkedip kendimi güneşli Beyoğlu'na attım.

17 Nisan 2010 Cumartesi

AMERİCAN RUST / PHİLİPP MEYER



Yine bir ilk roman ve çok yetenekli bir yazar ile karşı karşıyayız. NewYork Times'in 2009 en iyi kitaplar listesine koyduğu American Rust.

Pennsylvania'nın çelik üretim kenti olan Buell'deyiz. Ama artık fabrikalar kapanmış, kent işsizliğe teslim olmuş, tam anlamıyla Amerikan Rüyası bu kentin yaşayanları için artık sona ermiştir. İsaac ve Billy burada kalmayı seçmiş az sayıda gençten ikisidir ve de çok iyi dostlukları vardır. İsaac annesinin intiharından sonra hasta babasına bakmak için kalmış, aslında Ivy League'de bir üniversiteye kabul edilebilecek kadar yetenekli ama sosyal açıdan sorunlu biridir. Billy ise tam tersine girişken, iyi basketbol oynayan ve de basketbol sayesinde burs alabilecekken Buell'de kalmayı seçmiş ve annesi Grace'in treylerinde yaşamaktadır. İsaac'ın kızkardeşi Lee ise kenti terk etmiş, hukuk okumaya gitmiş, aynı bölümde okuyan bir meslektaşı ile evlenmiştir. Amacı babalarını bir bakım evine yerleştirmek ve İsaac'ın okula devam etmesini sağlamaktır. Lee Bill'in eski sevgilisidir. Herşey İsaac'ın birdenbire karar verip, evden para çalıp, California için yola çıkma planıyla değişir. Evden kaçtığı gün Billy ile beraber yaşadıkları bir olay hepsinin kaderini değiştirecektir. Billy'nin annesi Grace'in sevgilisi Şerif Harris devreye girecek, işleri halletmeye çalışacaktır.

Philip Meyer olayları bize tek tek her bir karakterin kendisinden aktarıyor. Bu suretle çok katmanlı bir yapıtın içinde buluyorsunuz kendinizi. Billy, İsaac, Lee, Grace, Harris bölüm bölüm olanları anlatıyorlar. Anlatım romana inanılmaz bir derinlik kazandırıyor. Meyer karakterlerine duygusal yaklaşmıyor. Tam tersine oldukça gerçekçi. Ama dili okuyucunun tüm karakterleri çok iyi anlaması ve onların hissettiklerini hissetmesi açısından çok etken. Billy ile Lee' nin arabada oldukları bölüm bence içerdiği dramatik unsurlar açısından Amerikan roman tarihinde yer alacak kadar olağanüstü. Ayrıca Meyer'in Amerika anlatımı da muhteşem. Çevre ve doğa okuyucunun içine işliyor.

American Rust çok iyi bir yazarın habercisi.


KÖPEK DİŞİ / GİORGOS LANTHİMOS


İstanbul Film Festivalinin sonlarına geldik. Şu ana kadar gördüğüm filmler arasında bu sene hakkında en çok konuşulacak film Yunanlı yönetmen Lanthimos'un Köpek Dişi olacak gibi gözüküyor. Ömür boyu hatırınızdan çıkmayacak filmler vardır, işte bu film böyle bir film. Sevmeseniz bile unutamayacağınız türden.

1970 li yılların kitsch tarzında döşenmiş bir evde hali vakti yerinde beş kişilik bir aileye konuk ediyor bizi yönetmen. Bir erkek iki kız çocuk var. Yirmili yaşlardalar. Ama hala giysileri çocuk giysileri. İsimleri yok. Kullandıkları kelimelerin anlamı bizim bildiğimizden farklı. Örneğin deniz koltuk, zombi yeşil çiçek anlamında kullanılıyor. Günlerini bir takım avantajlar elde etmek için rekabetçi oyunlar oynayarak geçiriyorlar. Anlaşılan doğduklarından beri bu evdeler ve dışarısı ile hiç ilişkileri yok. Baba işyerinde güvenlikçi olarak çalışan Christina'yı arada sırada eve getiriyor ve oğlunun seks ihtiyaçlarını karşılatıyor.

Ama Christina en büyük kızdan hoşlanıp, cinsel oyunlara girişince işler karışıyor. Christina'nın bu oyunlar karşılığında kıza verdiği hediyeler arasında vhs teypler var. Böylece en büyük kız dış dünyaya açılıyor. Kız kardeşine kendisine Bruce demesini istiyor, Rocky ve Jaws filmlerinden bahsediyor. Baba olayı farkedince Christina' yı eve getirmekten vazgeçiyor ve oğlunun cinsel ihtiyaçlarını karşılama görevini en büyük kıza veriyor. Bu arada çocuklara söylenmiş bir büyük yalan var. Ancak köpek dişleri düştüğünde dışarı çıkabilecekler. En büyük kız bu işi kendi yapmaya karar veriyor ama maalesef kötü bir sonuçla karşılaşıyor.

Lanthimos kendisine bu filmi niye yaptığını sorduklarında aşırı bir şekilde korumacı bir aileyi anlatmak istediğini söylüyor. Aslında amacı aşırı şekilde kutsallaştırılan aile kavramının içerdiği tehlikelere karşı çıkmak .

Yönetmen ile aynı fikirde olmayabilirsiniz ama filmi göz kamaştırıyor. Zeki bir film Köpek Dişi. Etkileyici. Lanthimos'un yeni filmlerini merakla bekliyeceğiz.

13 Nisan 2010 Salı

JAPONYA

Kısa bir ayrılıktan sonra yeniden beraberiz. Ama bu süre zarfında boş durmadım, Japonya'ya gittim. Oldukça hızlı on bir gün geçirdim ve İstanbul'a döner dönmez kendimi film festivalinin içinde buldum.

Japonya için ikinci Amerika diye mi yazayım yoksa bundan böyle Amerika'yı ikinci Japonya olarak mı niteleyeyim diye çok düşündüm. Rakamlara bakarsak tabii birincisi doğru. Ama gördüklerim beni bundan böyle Amerika'ya ikinci Japonya dedirtecek (burada tabii bir varsayım var, o da Japonya'yı daha çok vitrinden gördüm, oysa Amerika bana daha tanıdık, çelişkilerini daha iyi biliyorum) .

Japonya inanılmaz etkileyici ilk bakışta. Tokyo'ya girerken yollara (hem karayolu ,hem tren), gökdelenlere bakarken şaşırmamak elinizde değil. Mimari çok güzel. Büyük binalarını durup uzun uzun seyretmek istiyorsunuz. Bu kadar büyük bir şehrin temizliği ise kendinizi gerçeküstü bir şehirde hissettiriyor. Çünkü kaldırımlarda bir tek çöp, sigara izmariti yok. Kimse yolda yürürken sigara içmiyor. Caddede sigara içilecek yerler var, orada durup içiyorlar. Ulaşım çok iyi planlanmış. Tokyo'da hem metro, hem de tren var. Sizi şehrin bir ucundan diğerine hızla taşıyor. Yani mutlu olmaları gereken insanlar Tokyo'lular.

Vitrine göre gelir durumları çok iyi. Şehrin her yanında Gucci'ler, Armani'ler , bildiğiniz ne kadar büyük marka varsa hepsi devasa mağazalarla mevcut. Üstelik içleri boş değil. Bir sürü insan girip çıkıyor. Tokyolular moda meraklısı. Özellikle gençler en son tarz kıyafetlerle. Ayak bileklerinde dar pantolonlar, zarif trikolar, çarpıcı ayakkabılar , tamamlayıcı eşarplar çok sık rastlanan erkek kıyafetleri. Kadınlar da yine son trendleri yansıtıyorlar. Yeni nesil kadın erkek boyalı saçlara sahip. Kızlar göz makyajlarını çekik gözlerini çekik görünmekten kurtarmak için aşırı bir şekilde yapıyorlar. Halbuki hiç ihtiyaçları yok. Gençler tüm dünyada olduğu gibi eskiye oranla uzun boylu ve de daha güzeller.

Japonya oldukça pahalı bir ülke. Herşeyin fiyatı çok yüksek. Örneğin hızlı trenlerinde yarım saatlik bir yolculuk bedeli (Kyoto-Nagoya) 5500 Yen (yaklaşık 60 dolar). Lokantalarda en basit yemek iki kişi 3500 Yen (38 dolar). Giyecek fiatları aşırı pahalı. İşe yeni başlayanlar 150000 Yen(1650 dolar) alıyorlar. Bu ücret ile Tokyo gibi bir kentte yaşamalarına imkan yok. Tokyo'ya yakın bir yerde yaşayıp hergün tren ile gidip geliyorlar. Emekli aylıkları 210000 yen ( 2350 dolar). 65 yaşından sonra bu parayı alabiliyorlar ama bu da yeterli bir para değil. Sağlık sisteminde örneğin bir ev kadını her ay 13000 Yen(143 dolar) prim ödemek zorunda , sağlık harcamalarının %35'i kadar katılım payı ödüyor. Ev kiraları oldukça yüksek. Evler ufak. Osaka'da bir emlakçıda asılı 25 ev ilanından çoğu 16-32 metrekare evler içindi. Sadece bir ev 62 metrekareydi. Kiralar 40000 yen (450 dolar) dan başlıyor ve de çıktıkça çıkıyor. Japonların fırsat buldukça yabancı ülkelere kaçmaları son derece doğal. Turist olmak onlar için kendi ülkelerinde yaşamaktan çok daha ucuz. Ama fazla tatil yapmıyorlar. Çalışmayı çok seven bir millet.

Ben özellikle kiraz çiçeklerinin açtığı haftayı seçtim bu seyahat için. Film festivalinden bir hafta gitti ama bence değerdi. Çünkü gerçekten görüntüler bu dönemde muhteşem. Manzarayı seyretmeye doymuyorsunuz. Gideceksiniz muhakkak bu zamanı seçin.

Şehirler dışında Japonlar ülkelerinin doğasını süper korumuşlar. Hiroşima'dan Tokyo'ya karayolu ile gidince bu gerçeği çok iyi görüyorsunuz. Her yer yemyeşil, ormanla kaplı. Bu kadar büyük bir ekonomiye sahip olup doğayı tahrip etmemekte mümkün demek ki. 123 milyon Japon'un oldukça düşük bir yüzölçümünde yaşayarak bunu başarmaları ayrıca dikkate değer.

Japon yemekleri ülkenin en sevimsiz yanı. Çünkü damak tadımız çok ama çok farklı. Bizler için Japonya bir gastronomi ülkesi değil. Hatta Starbucks amblemini görünce sevinç çığlıkları attığınız bir yer. Japonya'dan damağımda kalan en büyük lezzet Starbucks'ta yediğim sacher torta ve de çok çikolatalı muffin desem hiç abartmamış olurum.

Tuvaletler olağanüstü. Isıtmalı, yıkamalı, kurutmalı. Zaten çok keyifli olan tuvalete çıkma eylemi Japonya'da olağandışı bir zevk haline geliyor. Ülkenin en haz veren olayı bence. İnsan vakit olsa da biraz daha otursam şurada diye hayıflanıyor. Japon Banyoları da muhteşem. Hep beraberce çırılçıplak yıkanıp şifalı havuzlara giriyorsunuz. Ben çok keyifli buldum.

Turlar sizi bol bol tapınağa ve kaleye götürüyorlar. Bence Şinto veya Buddist değilseniz tapınaklar pek ilginç değil. Kalelerden ise tek görülmeye değer olanı Himeji Kalesi (hakikaten çok güzel). Ama örneğin Kyoto tren istasyonu modern mimarinin süper bir örneği. Aynı zamanda bir sürü mağaza, lokanta barındıran bu yapı hem tarzı hem de işlevselliği ile olağanüstü.

Özetle Japonya ilginç ve görülmeye değer bir ülke. Ama gastronomi eksikliği ve de dil sorunu ( çok şey japon harfleri ile yazılı) gezgin olmanın zevkini azaltan faktörler. Doğrusu Amerika'ya gidip, keyifle gezip, keyifle yemek yemek çok daha çekici ve eğlenceli. Üstelik herşey Amerika'da başa çıkabileceğiniz fiatlarda.