24 Aralık 2010 Cuma

BİLİNMEYEN / VE İŞİMİZ BİTTİ / JOSHUA FERRİS




Amerikan Edebiyatının son dönem en parlak yazarlarından olan Joshua Ferris eserleri hızlı bir şekilde türkçeye kazandırılan az sayıda yazardan biri. Nitekim 'Ve İşimiz Bitti (Then We Came To The End) ' 2008 yılında ülkemizde Siren Yayınları tarafından yayınlandı. İkinci ve son romanı 'Bilinmeyen ( The Unnamed )' ise bu yıl başında Amerika ve İngiltere'de şimdi ise yine Siren Yayınları tarafından Türkiye'de yayınlandı.

NewYorker tarafından İstikbal Vaat Eden 40 Yaş Altı Yazarlar listesine alınmış bulunan Ferris aynı zamanda Pen/Hemingway ödüllü. Ve her iki kitabını da okuyunca kendisinden bu kadar bahsettirmesinin tesadüf olmadığını anlıyorsunuz.

'Ve İşimiz Bitti' de Chicago'da bir reklam ajansında geçenleri anlatıyor Ferris. Bildiğimiz çalışma ortamı. Dıştan bakınca sıradan. Ama içine göz atınca acaip trajik ve absürd. Hele bir de ekonmik kriz nedeniyle işten çıkarmalar başlayınca. İnanılmaz derecede sarsıcı ve çarpıcı . Abartmadan düz bir şekilde anlatıyor öyküsünü. Zaman zaman inanılmaz bir biçimde sizi ağlamanın eşiğine getiriyor. Bu insanlar için hüzünleniyor, onlara acıyorsunuz, ama aslında kendiniz için ve çevrenizdeki yüzlerce tanıdığınız için üzülüyorsunuz ama acı acı gülümseyerek. Nick Hornby 'Kafka ofis ortamına düşmüş sanki..Muhteşem ' diyor kitap için. Çeviri Duygu Günkut tarafından yapılmış. Oldukça başarılı.Kitabın ingilizce kopyası Pandora, Remzi ve D&R da var. Muhakkak okuyun.

'Bilinmeyen (The Unnamed)' ise bu sene yayınlandı. Ben de yazın okudum hemen. Ama çevrileceğini bildiğim için sizlerle paylaşmak için türkçe baskının yayınlanmasını bekledim. Bu romanında ise herşeyin olması gerektiği gibi olduğu bir hayatı olan Tim Farnworth'ün hikayesini anlatıyor Ferris. Yakışıklı, çok iyi bir işi ve de ailesi var. Ama birgün inanılmaz bir hastalığa yakalanıyor. Ayakları onu kendi istenci dışında bitap düşürene dek başka yerlere sürüklüyor. Yürümek zorunda bayılana kadar. Karşı koyması imkansız. Ve kendimizi bugünün dünyasında buluyoruz. Sahip olduğumuz herşey bir anda elimizden çıkıp gider ve biz onları geride bırakmak zorunda kalırsak?...Modern zamanların müthiş bir anlatımı. Bir taraftan hayal edip elde etmek için çabaladıklarımız...elde ettiklerimiz ...ve bir anda kendi kontrolumuz dışında herşeyi kaybedişimiz..Kitabın türkçesini okumadım, umarım başarılı bir çeviridir. İngilizcesi ise yukarıda belirttiğim kitapçılarda var.

Joshua Ferris'i tanımak için her iki kitabı da okuyun. Pişman olmayacaksınız.

23 Aralık 2010 Perşembe

TEHLİKELİ İLİŞKİLER / CHODERLOS DE LACLOS / ŞEHİR TİYATROLARI



Tehlikeli İlişkiler hepimizin çok iyi bildiği 1782 yılında hem romancı hem de ordu generali olan Choderlos de Laclos tarafından yazılmış bir roman. Stephan Frears'in aynı adla yaptığı film hala belleklerimizdedir. Daha sonra Valmont adı ile Forman'da film yapmıştı bu romandan yola çıkarak. Christopher Hampton'da Tehlikeli İlişkileri oyunlaştırmış ve Şehir Tiyatroları oyunun yönetimini Aleksandar Popovski'ye emanet etmiş.

Ve de çok iyi etmiş.

Salonun ışıkları karardığı andan itibaren muhteşem bir görsel şölen başlıyor. Bu öyle bir güzellik ki izleyiciyi hemen sarıp sarmalıyor ve tüm oyun boyunca bir an bile terk etmiyor. Bu müthiş sahne tasarımından dolayı Numen/Steven Jonke'yi tebrik etmek gerekir. Tabii kostüm tasarımı ( Angelina Atlagic) ve de ışık tasarımı ( Özcan Çelik) larının sahne tasarımına yaptıkları katkıyı unutmamak gerek. Her ikisi de süperler.

Her zaman yazarım. Tiyatroda en önemli unsur yönetmendir. Elindeki metni özümseyip, ne anlatacağına kafa karışıklığı olmadan karar veren ve de bunu direkt olarak dolanmadan yapabilen yönetmen başarılıdır. Aleksander Popovski'de işte böyle bir yönetmen. Tabii elindeki metnin çok iyi olması da büyük bir avantaj. Olağanüstü bir iş çıkarmış Popovski. 18. yüzyıl sonlarında yazılan bir eser 21. yüzyılda nasıl genetiği ile oynanmadan (yok efendim hikayeyi bugüne taşıyalım, bugünün kostümleri ile oynayalım gibi gereksiz ameliyatlar olmadan) modern bir hale gelir ve de izleyiciye kendini en ince detayına kadar kavratır diye merak ederseniz bu oyunu görmek için bir sebebiniz daha olur. Özetle yönetim muhteşem.

Marquise de Merteuil'de Şebnem Köstem her zaman olduğu gibi çok iyi. Seyretmeye doyamıyor ve de sahneleri biraz daha uzasın istiyorsunuz. Mademoiselle de Rosmonde'da Tomris İnceer acaip keyifli. Yılların deneyimi ile içinizi ısıtıyor. Vicomte de Valmont ile Levent Üzümcü bence hayatının rolünü yakalamış. Tek kelime ile olağanüstü. Hilekar, riyakar, ağzı laf yapan ama yine de aşktan kaçamayan Valmont'u büyük bir incelikle oynuyor. Diğer oyuncularda rollerinde iyiler.

Ne anlatıyor Popovski? Artık iyice programlanmış, çok da yabancılaşmış olduğumuz , kuralları belli bugünkü yaşamımızda tüm ikiyüzlülüklere rağmen hala kurtuluş olarak aşkı arıyoruz. Hem de 18.yüzyıldan yola çıkarak zarif bir biçimde 21. yüzyılda.

Kaçırmayın derim.

2010' un EN İYİLERİ

Herkes 2010 yılının en iyileri için seçmeler yapıyor. Ben de kendi en iyilerimi sinema, edebiyat ve tiyatro alanında seçtim. İşte sonuçlar.

EN İYİ FİLM: Bu kategoride iki film arasında karar veremedim. Onun için iki filmi birden seçtim. Aslı Özge KÖPRÜDEKİLER , Seren Yüce ÇOĞUNLUK ile yılın en iyileri bence.

EDEBİYAT: Bu dalda seçimim tartışmasız FREEDOM adlı son kitabı ile Jonathan Franzen.

TİYATRO: İki oyun beni çarptı. KORKU TÜNELİ ile Tiyatro 0.2 ve ATEŞ YÜZLÜM ile SBR(Siyah,Beyaz ve Renkli) Grubu. Ayrıca DOT'un Punck Rock'u, Tiyatro Tem'in Hakiki Gala'sı ve Devlet Tiyatrolarından Vahşet Tanrısı çok iyi yapımlardı.
Not: 01 Aralık 2009- 30 Kasım 2010 dönemi içinde okuduklarım ve de izlediklerimin sonucunda bu listeyi yaptım.

19 Aralık 2010 Pazar

YOLCULUĞUN GÖLGESİNDE CİNAYETLER / BATUHAN İŞCAN

'Ölüm akla sonsuz bir suskunluğu getirse de ölüler çok şey anlatabilir. Ölüler ayni zamanda katillerinin de tanıklarıdır. Bizi katillerine yine kendileri götürürler' diyor Batuhan İşcan yeni romanında.

Bu sene şansımız Yavuz Sultan Selim döneminden açıldı. Şah&Sultan'da olduğu gibi yine o döneme gidiyoruz ve de Selim'in doğu seferini tamamladığı günlerdeyiz. Elimizde bir cinayet romanı var. Eski bir denizcinin mumyalanmış cesedini denize götürmekle görevlendirilmiş altı kişinin hikayesi. Ancak yolculuk esnasında teker teker cinayetler işlenecek, kafilenin kişi sayısı sürekli düşecek, kılavuz Sedefkar ise bir taraftan kafileyi denize ulaştırmaya bir taraftan da cinayetleri anlamaya çalışacaktır. 'Yolculuğun Gölgesinde Cinayetler' Sedefkar'ın anlattıklarından oluşuyor.

Batuhan İşcan'ın bu okuduğum ilk kitabı. Kendisi 1972 Ankara doğumlu, ODTÜ'de mühendislik eğitimi almış, çeşitli dergilerde amatör olarak karikatüristlik ve yazarlık yapmış.Halen Ankara'da mühendis olarak çalışıyor. Bu kitap ikinci kitabı. İlk romanı 'Fasulye' 2003'te yayımlanmış.

İkinci kitap olan 'Yolculuğun Gölgesinde Cinayetler' bir solukta okunan çok keyifli bir kitap. Çok iyi bir edebiyat örneği. Bu senenin iz bırakan kitaplarından.

16 Aralık 2010 Perşembe

ÇAKAL / ERHAN KOZAN


Bu sene Antalya Altın Portakal Ulusal Yarışma Filmlerinde ilk gösterimi yapılan 'Çakal' ın festivalden ödülsüz dönmesi doğrusu beni şaşırtmıştı. Etkileyici bir konusu ve çarpıcı bir sinema dili olan filmi seyrettiğimde muhakkak bir ödül kapar diye düşünmüştüm. Ama olmadı ve film yarın vizyona giriyor. Umarım gişe açısından hak ettiği ilgiyi görür.

Herşeyden önce yukarıda da belirttiğim gibi Erhan Kozan'ın anlatım dili çok güçlü. Seyrederken size genç kuşak Berlin sinemacılarını hatırlatıyor (kendisi de Köln doğumluymuş daha sonra öğrendim). Sert, çarpıcı bir dil bu. İçinize işliyor.

Senaryo çok iyi. Annesinin ölümünden itibaren Akın'ın geçirdiği aşamaları bize inanılmaz başarılı bir şekilde aksettiriyor. Sağlam, hiçbir şey aksamıyor. Sonunda içerdiği sürpriz ise acaip şık.

İyi bir senaryo iyi bir sinema dili süper oyunculuklarla beslenince ortaya izlenmesi çok keyif veren bir film çıkıyor. Erkan Can, Uğur Polat, Cüneyt Türel gibi ağır topların yanında genç oyuncular hiç ezilmiyorlar. Hatta İsmail Hacıoğlu herkesi geçip kendine hayran bıraktırıyor.

Çakal bu senenin en iyi filmlerinden biri olmaya aday. Yarın vizyona giriyor. Kaçırmayın derim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

BAZI SESLER / JOE PENHALL / TİYATRO 0.2










Geçen sezon Korku Tüneli ile bizleri büyüleyen Tiyatro 0.2 (Korku Tüneli 16 ve 23 Aralıkta son iki kez daha oynanacak) bu sene geçmiş yıllarda Dot'ta 'Love and Understanding' adlı oyununu seyrettiğimiz Joe Penhall'un 'Bazı Sesler' adlı oyunu ile karşımızda.

'Bazı Sesler' 'Aşk ve Anlayış' tan çok daha iyi bir oyun. Sami Berat Marçalı gayet iyi sahnelemiş ve de her zaman olduğu gibi müthiş oyunculuklarda eklenince ortaya yine muhakkak görülmesi gereken bir oyun çıkmış. Oyuncuların hepsi çok iyi ama ben yine Ushan Çakır'ı öne çıkaracağım. Çok zor ve tuzaklarla dolu bir rol olan Ray'de çok başarılı.

Oyunun konusu hakkında özellikle yazmıyorum. Hiç birşey bilmeden okumadan gidin. Kendinizi bırakın ve büyük bir tiyatro şöleninin tadını çıkarın. Damağınızda oluşacak lezzeti kolay kolay unutmayacaksınız.Ve sizde Tiyatro 0.2 tiryakisi olacaksınız.

ŞAH&SULTAN / İSKENDER PALA

Katre-i Matem'den sonra İskender Pala oldukça gürültü koparan yeni romanı Şah&Sultan ile yenide karşımızda. Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim ekseninde Kızılbaşlık ve Sünnilik çatışması anlatan bir aşk romanı var elimizde. Öncelikle şunu belirtmek lazım. Bu bir roman. Bir araştırma değil. Dolayısı ile tarihsel gerçekliği konusunda ortalığı birbirine katmak çok doğru değil.

Her zaman olduğu gibi Pala kolay okunan ,zaman zaman keyifli, zaman zaman da fazla uzamış hissi verip biraz bıktıran ama ilk sayfasından itibaren oluşan olaylarla ilgimizi çeken bir yaz okumalığı roman yazmış. Mahsun Kırmızıgül acaip iyi bir film çıkarır bu kitaptan. Bİzim genç oyunculara da parlayacakları epey rol çıkar.

Malafa / DOT / Hakan Günday

Murat Daltaban ile Hakan Günday'ı bir arada düşününce oldukça heyecanlanmıştım. Daltaban yıllardır bizleri sahnelediği başarılı oyunlarla şımartan ,hayran kaldığımız bir yönetmen, Hakan Günday ise romanları ile gönlümüzü çelen, kitaplarını elden ele dolaştırıp üzerinde uzun uzun konuştuğumuz bir yazarımız. Bir de işin içine Malafa gibi çok sevdiğimiz bir roman girince bu evliliğin çıkaracağı ürünü merakla beklemeye başladık.

Malafa Antalya'da çok örneklerini gördüğümüz büyük bir kuyumcu dükkanında geçiyor. Turistlerin kafileler halinde getirilme organızasyonundan başlayıp, mücevher satış incelikleri (!) ni, çalışan tezgahtarları hayatları ile birlikte gözler önüne seren bir oyun. Aslında dünyanın her yerinde yaşanan organize satma-satın alma oyunu. Sonunda da güzel bir de sürpriz içeriyor.

Hakan Günday romanını iyi oyunlaştırmış. Daltaban iyi sahnelemiş. Oyuncular çok iyi. Romanın ruhu oyuna verilmiş. Keyifle ve de çok eğlenerek izleniyor.

Marat Sade / Surname 2010

Bu sene tiyatro sezonu pek parlak başlamadı. Açılışı Surname 2010 ile yaptım. Daha önce de yazdığım gibi Yiğit Sertdemir benim çok takdir ettiğim bir oyun yazarımız. Hemen hemen tüm oyunlarını seyrettim ve de çoğundan övgü ile söz ettim. Bu sene ise çok değişik bir proje geliştirmiş ve de çok başarılı masklarla keyifli bir gösteri hazırlamış. Şehir Tiyatrolarının olanakları ile birleşince gösteri hak ettiği görkeme kavuşuyor (daha da iyi olabilir). Ama bu bir tiyatro değil. Başka birşey. Dolayısı ile bende hayal kırıklığı yarattı. Bence Surname 2010 ivedilikle Şehir Tiyatrosunun diğer oyunları arasından çıkarılmalı ve tamamen bağımsız bir gösteri olarak tanımlanmalı.

Marat Sade hepimizin bildiği, Türkiye'de oynanmış, tiyatro edebiyatının çok iyi oyunlarından biridir. Şehir Tiyatroları bu sefer oyunu Ragıp Duran'a emanet etmiş. Ortaya tamamen içi boşalmış bir süper prodüksiyon çıkmış. Fazla yazmak istemiyorum. Ama bu oyunu Marat Sade değil, Marat Sade Jıngıl diye adlandırmak daha doğru olur kanısındayım.

FREEDOM / JONATHAN FRANZEN


Bu sene Time dergisi Jonathan Franzen'ini kapak yapınca son romanını heyecanla beklemeye başlamıştım. Time'ın bir yazarı kapak yapması pek sık rastlanan bir olay değil. En son galiba on yıl kadar önce Stephen King'i kapak yapmış. Freedom'ı okuyunca Time dergisine tamamen hak verdim. İlk romanı 'The Corrections' ile yaklaşık on yıl önce adını duyuran Franzen o zaman da kendinden çok söz ettirmiş ve National Book Award'ı almıştı (ilerde bu roman hakkında da yazacağım). İkinci romanı 'Freedom' ile dönüşü yine muhteşem oldu. Hatta 2010 Franzen yılı oldu diyebiliriz. Bütün dünya ondan bahsetti.

Öncelikle belirtmem gerekir ki karşımızda 516 sahifelik klasik roman tadında okunan bir roman var. Yalnız anlatımını eski püskü sanmayın. Son derece modern ve de sürükleyici bir dile sahip. Franzen Berglund ailesini anlatarak bize millenium Amerika'sının unutamayacağımız bir resmini çiziyor. Ama romanı sadece Amerika ile sınırlamak doğru değil. 2000'li yılların tüm ülkelerdeki yaşamların anlatımı Freedom. Cumhuriyetci ve Demokrat ayrımı ve bunun Amerikan toplumunda yarattığı bölünmüşlük bizlere de hiç yabancı değil.

Bu arada Özgürlük kavramını sorgulatıyor bize Franzen. Özgürlüğe karşı olan açlığımız , birey olarak bu açlığın bizleri getirdiği nokta ve de fazla özgürlüğün bireyin taşıyamayacağı bir yüke dönüşmesi.

Ünlü yazar Joshua Ferris Franzen'i Dickens ve Tolstoy ile karşılaştırıyor. Bence hiç haksız değil.
En kısa zamanda dilimize kazandırılacağını umduğum bu kitabı tüm ingilizce okuyanlara hararetle tavsiye ediyorum.