3 Şubat 2011 Perşembe

DÜŞLEDİĞİMİZ CENNET / DİNAW MENGESTU

2007 yılında yazarına 'Guardian En İyi İlk Kitap' Ödülünü kazandıran 'Düşlediğimiz Cennet' nihayet türkçeye çevrildi. Dinaw Mengestu aslen Ethopyalı , Addis Ababa doğumlu. Ama iki yaşındayken Amerika'ya göç etmiş. Yayınlandığı sene bu kitabı ile oldukça ses getirdi ve şimdiden '40 yaş altı ümit vaadeden yazarlar ' listesine girdi.

Sepha 19 yaşında Ethiopya'dan göç etmiş ve de Washington DC'ye yerleşmiştir. Şehrin afrocuban kesimlerinde bir bakkal dükkanı vardır. Hayatı bu dükkan, ev,yine afrika göçmeni iki arkadaşı Kenneth ve Joseph ve yeniden okuduğu rus klasikleri arasında geçmektedir. Bu sakin hayat mahalleye Judith'in taşınması ile değişecektir.

Dinaw Mengestu'nun dili çok keskin, aynı zamanda çarpıcı. Hiç duygusal değil gibi gözüküyor ama okuyucuyu vuruyor. İlk roman olmasına rağmen gayet iyi anlatılmış bir hikaye . Özellikle hem bir Afrika hem de Amerika romanı. Acaip keyifli bölümler içeriyor (tadı kaçmasın diye yazmıyorum).

Kitap yayınlandığı sene ingilizcesini okuduğum için çevirisi nasıl bilemiyorum. İyi olduğunu umarak okumanızı tavsiye ederim. Hem iyi bir roman okumuş olacak hem de yeni bir dünya yazarını tanımış olacaksınız.

30 Ocak 2011 Pazar

SUR OCAKBAŞI / FATİH KADINLAR PAZARI

Herkes Cipriani'den bahsediyor. Son zamanlarda Cipriani gastronomi gündemine oturdu. Ben de geçen hafta Vedat Milor'da yaklaşık üç sene önce okuduğum ve de bir türlü gitmediğim Sur Ocakbaşı'na gittim. Cipriani'ye gelecek sene ne olur bilemem ama Sur Ocakbaşı herhalde yıllarca gündemde kalacak.

Sur Fatih'te Kadınlar Pazarı'nda. İddiasız, kağıtların üzerinde yemek yediğiniz bir yer. Biz gittiğimizde oldukça kalabalıktı (cumartesi öğleden sonra). Damak tadını bilen çok insan var şehrimizde. Sur'un enleri Çiğ Köfte, Sac Tava, Perde Pilavı ve de Sur Tatlısı. Ben özellikle Sac Tava'ya ve Tatlıya bittim. Sac Tava'yı elinizde pideniz, tavadan bandıra bandıra yiyorsunuz. Enfes kuzu eti ağzınızda dağılıyor. Uzun yıllar bu kadar çıldırtıcı bir şey yememiştim. Bitmesin diye dua ediyorsunuz. Sur Tatlı ise babaanneden kalma bir tatlı. Dışı irmik içi özel Maraş'tan gelen dondurma. Başka yerlerde yediğiniz (Tike gibi) irmik-dondurma tatlılarına benzemiyor. Olağanüstü. Tam bir damak şımartıcı. Perde Pilavı ise Karacadağ pirincinden yapılıyor. Oldukça iyi. Çiğ Köfte ise harika.

Bu çıldırtıcı tatların toplamına(iki kişi için) ödediğiniz para Cipriani'de bir tabak yemeğe ödediğinizin yarısı. Muhakkak gidin.

Kadınlar Pazarı balcı ve peynirci dükkanları ile dolu. Her türlü bal ( Pervari, Anzer gibi) bulunuyor. Uğramayı ihmal etmeyin.

THE FİNKLER QUESTİON / HOWARD JACOBSON


Bu sene(2010) Man Booker jürisi ödülü Howard Jacobson'ın 'The Finkler Question' adlı romanına verdi. Okuduklarımdan anladığım kadarı ile kimse pek şaşırmadı. Çünkü Jacobson bu ödüle üçüncü kez aday oldu sonunda da aldı.

Elimizde bu sefer değişik bir roman var. Tüm kahramanlar elli yaş üstü. Hepsi de erkek. Ortak özellikleri kadınsız olmaları ve de yalnız yaşamaları. Treslove eski bir BBC çalışanı. Hayatı pek kimsenin dinleyemeyeceği saatlerde yayınlanan program yapmakla geçmiş. Tüm ilişkileri kırılgan . Kadınlarla ilişkiye başlarken sonunu düşünen bir adam, iki değişik kadından görüşmediği iki oğlu var.Okul arkadaşı Finkler popüler bir felsefeci. Televizyon programları yapıyor. Karısını kaybetmiş. Libor ise seksenlerinde. Eşini yeni kaybetmiş. Oldukça tanınmış bir showbiz yazarı. Finkler ve Treslove'ın öğretmeni. Üçlü yıllardır ilişkilerini kesmemişler. Roman da üçünün Libor'un Londra'daki evinde bir araya gelmeleri ile başlıyor.

Finkler ve Libor musevi. İkisi de İsrail'in Filistin'de yaptıklarından dolayı utanç duyuyorlar. Treslove ise musevi olmaya hayranlıkla bakan biri. Finkler tam bir İngiliz. Çek asıllı Libor ise daha çok Avrupalı.

Jacobson bu zengin malzemeyi ustalıkla kullanıyor. 'The Finkler Question' oldukça eğlenceli. Yaşlanma üzerine çok iyi bölümler içeriyor. Bu arada musevi olmak, antisemitizm gibi konular ana ekseninde . Ama okurken bir türlü bitmiyor hissine kapılıyorsunuz. Keçiboynuzu gibi. Yeter artık, kısa kes Jacobson diye haykırıyorsunuz. Ama tabii o sizi duymuyor.

Sonuçta başlangıçta keyifli olan, sonra sıkan bu kitabı okumasanız da olur.


23 Ocak 2011 Pazar

BEKLEME ODASI / YİĞİT SERTDEMİR

Bugün Şehir Tiyatrolarında Yğit Sertdemir'in Bekleme Odası adlı oyununu seyrettim. Genç Tiyatro kapsamında sahnelenmekte olan oyuna giderken oldukça heyecanlıydım. Hani şöyle bizi sarsacak, düşünmediğimiz yerden vuracak, vay be diyeceğimiz bir oyun bekliyordum. Ama sonuç büyük bir hayal kırıklığı. Sıfır elde var sıfır.

Yiğit Sertdemir'i çok beğenirim. Bu blogu okuyanlar kendisi hakkındaki övgülerimi bilirler. Ama kendisinin çok gençken yazdığı (ilk oyunu) bu oyunun sahnelenmesini anlayamadım doğrusu. Çok naif bir eser . Çıkış fikri güzel ama oyun boyunca ayakta duramayan bir olaylar bütünü var. Hiç inandırıcı, mantıklı değil. Bu hali ile bir mühendisin yazacağı bir oyun hiç değil. Biraz mantığı olan izleyicinin 'hadi ya' diyeceği bir dialoglar silsilesi.

Belki kendisini çok takdir ettiğim için bu kadar buruğum. Ben Yiğit Sertdemir'in yerinde olsam oyunu hemen kaldırırım. 2011 yılında ne kendisi ne de tiyatro izleyicisi böyle bir oyunu hak etmiyor doğrusu.

22 Ocak 2011 Cumartesi

BENİM ADIM AŞK / LUCA GUADAGNİNO


Bu sene film eleştirmenlerinin hoşgörü senesi galiba. Geçen haftalarda herkesin tek bir vücut halinde övgü ile bahsettiği 'Eyvah Eyvah 2' yi seyrettik. Bence film ismine uygun eyvah eyvah bir filmdi. Hiç gülmedim, eğlenmedim ve de beğenmedim. Şimdi de Luca Guadagnino'nun filmi 'Benim Adım Aşk' büyük övgüler alarak gösterimde. Guadagnino için yeni Visconti diyenler bile var. Umarım işi bu dereceye vardıranlar oturup yeniden Visconti filmlerini seyrederler ve de abartılarından vazgeçerler.

Luchino Visconti, De Sica ve Rossellini ile beraber neo-realismo akımının babalarındandır. Dünya film klasiklerinde baş sıraya oturmuş 'Venedikte Ölüm', 'Rocco ve Kardeşleri', 'Leopar' gibi filmlerinden önce 1943 yılında çevirdiği ' Ossessione' (bu film hepimizin bildiği 'Postacı Kapıyı İki Kere Çalar' ın yeniden çevrimidir) bile bugün hala hiç birşey yitirmemiş olarak hayranlıkla izlenebilmektedir ve de 'Benim Adım Aşk' a amiyane deyim ile yüz basar.

Luca Guadagnino bu film ile kötü bir Visconti kopyası yapabilmiştir. Milano'lu büyük bir aile üzerinden anlattığı hikayesi 'Leopar' (büyük oğlun adının Tancredi olması herhalde bu filme bir gönderme), ailenin savaş yıllarında işbirlikçiliği 'Lanetliler' gibi filmleri anımsatsa da , Guadagnino Visconti'nin derinliğine ulaşmaktan çok uzakta. Filme o yılların İtalyan filmleri gibi başlıyor, tanıtım yazıları eski stil, karakterin ismi karşısında bir çizgi ve de canlandıran oyuncunun ismi var. Bir anda on kişi birden ekranda belirince ve de bunları anında kafanıza kazıyamayacağınız için otistik olmadığınıza hayıflanıyorsunuz. Sonunda da 'Fine' yazıyor(he he çok nostaljik).

Aslında kopyacılığa kaçmasa Guadagnino artıları da olan bir yönetmen . Öncelikle senaryo kötü değil.Eksiklikleri olmasına rağmen son Özpetek filmleri gibi iç baymıyor, haydi yeter artık bu anlamsız dialoglar bitsin demiyorsunuz. Anlatımı bazen kıvrak, akıcı. Ama arada sırada bezdiriyor. Çünkü yönetmen stil hastası. Stilden baygın düşüyorsunuz.

Tekstilci Recchi ailesi ile baş başayız filmde. Süper zengin bir aile. Büyükbabanın yaş günü kutlaması vesilesi ile aileyi tanıyoruz. Bu kutlamada büyükbaba varislerini belirliyor. Oğlu Tancredi ve de büyük torunu Edoardo. Kısa bir süre sonra tahmin edebileceğiniz gibi büyükbaba öbür dünyaya gidiyor, günün koşullarında fabrikanın satışı gündeme geliyor ( hintli bir iş adamına satılıyor). Arka planda bunlar olurken Rus asıllı anne Emma(Tilda Swinton) büyük oğlunun arkadaşı Antonio'ya abayı yakıyor. Ama durum bu kadar basit değil. Çünkü büyük oğul Edoardo'da Antonio'ya aşık (bu arada ailenin tek kız çocuğu Betta ise lezbiyen olduğunu annesine açıklıyor). Büyük bir trajik sona doğru ilerliyoruz.

Filmden akılda ne kalıyor? Recchi ailesinin art deco evleri (süper bir ev) ve Emma'nın baş döndüren kıyafetleri (galiba Fendi ve Jill Sander). Bazı eleştirmenler özellikle filmden çıktıktan sonra filmin onları vurduğunu ve de saatlerce etkisinden kurtulamadıklarını yazdılar ama galiba bende kalp yok (kötü ruhluyum, ne yapayım?). Ben dışarıya çıkıp temiz havayı ciğerlerime çekince ohh dedim sadece.

Bu arada Kanyon'da gösterilen kopya çok kötü. Bazı yerlerde çok atlıyor ve de çok çizik.

16 Ocak 2011 Pazar

GİZLİ OTURUM / JEAN PAUL SARTRE


Şehir Tiyatroları uzun süredir Sartre'in gözde oyunlarından 'Gizli Oturum' u sahneliyor. Oyunu Ergün Işıklar sahnelemiş. Ece Okay, Özge Özder, Emre Narcı oynuyorlar. Oyuncular , dekor, kostüm başarılı. Ergün Işıklar Sartre'ı ortalama doğru yansıtan bir okuma yapmış. Biraz daha özenli olabilirdi.

Ama bütün bu olumlu özellikler oyun süresince esnemenize ve arada sırada şekerleme yapmanıza engel olamıyor. İşte bu noktada önemli soruyu kendi kendinize soruyorsunuz. Varoluşculuk bugün için ne kadar geçerli?

Sartre'dan bu yana bu felsefeye karşı epey alternatif üretildi. Kişisel olarak kendi açımdan bakınca artık bugün benim için Varoluşculuk'un pek bir anlam ifade etmediğini kavradım Gizli Oturum sayesinde ( doğrusu uzun zamandır bu konuya kafayı takmamıştım da). Sonuç olarak acaip sıkıldım temsil boyunca. Acaba herkes için mi böyle olur bilemem.

Özetle oyun iyi bir test aracı. Eğer hala bu kavramlarla ilgileniyor ve de tartışmak, düşünmek istiyorsanız keyif alabilirsiniz. Ama kendinizi farklı bir biçimde konumlanmış iseniz anneanneniz döneminden kalma, uzun, anlamsız bir oyun karşısında olduğunuz hissine kapılıp, uyuklayıp mutsuz olabilirsiniz.




SUNSET PARK / PAUL AUSTER


Dünyanın gözde yazarlarından Paul Auster romanları Türkçeye en hızlı kazandırılan bir yazar. Nitekim 'Sunset Park' Amerika'da yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra Can Yayınları tarafından yayınlandı.

Çeviri Seçkin Selvi'ye ait. Son derece özenli ve de güzel bir çalışma ile karşı karşıyayız. Son zamanlarda baştan savma çevirilerin kol gezdiği yayın dünyamızda Seçkin Selvi özel bir teşekkürü hak ediyor.

Auster her zaman olduğu gibi Brooklyn karakterlerine odaklanıyor. Fonda şu anda yaşanan kriz var. Kahramanlarımız yeteneklerine rağmen çeşitli nedenlerle günlük hayatlarını götürmekte zorlanan kişiler. Hikayeleri de ilgi çekici.

Ama maalesef Auster'in anlatımı oldukça derinliksiz. Tiryakisi olduğumuz kıvrak, eğlenceli, okurken sizi hayallere daldıran, öykülerin parçası yapan anlatımı yok. Tersine okuyucu burada tam bir düz okuma yapıyor. Kitabın oldukça dışında kalıyor. Sonuçta zevksiz, edebiyat tutkunlarının hiç keyif almayacakları bir roman var elimizde.

Umarım bu başarısızlık geçici olur , biz de sevdiğimiz yazarımıza yeniden kavuşuruz.