30 Ocak 2011 Pazar

SUR OCAKBAŞI / FATİH KADINLAR PAZARI

Herkes Cipriani'den bahsediyor. Son zamanlarda Cipriani gastronomi gündemine oturdu. Ben de geçen hafta Vedat Milor'da yaklaşık üç sene önce okuduğum ve de bir türlü gitmediğim Sur Ocakbaşı'na gittim. Cipriani'ye gelecek sene ne olur bilemem ama Sur Ocakbaşı herhalde yıllarca gündemde kalacak.

Sur Fatih'te Kadınlar Pazarı'nda. İddiasız, kağıtların üzerinde yemek yediğiniz bir yer. Biz gittiğimizde oldukça kalabalıktı (cumartesi öğleden sonra). Damak tadını bilen çok insan var şehrimizde. Sur'un enleri Çiğ Köfte, Sac Tava, Perde Pilavı ve de Sur Tatlısı. Ben özellikle Sac Tava'ya ve Tatlıya bittim. Sac Tava'yı elinizde pideniz, tavadan bandıra bandıra yiyorsunuz. Enfes kuzu eti ağzınızda dağılıyor. Uzun yıllar bu kadar çıldırtıcı bir şey yememiştim. Bitmesin diye dua ediyorsunuz. Sur Tatlı ise babaanneden kalma bir tatlı. Dışı irmik içi özel Maraş'tan gelen dondurma. Başka yerlerde yediğiniz (Tike gibi) irmik-dondurma tatlılarına benzemiyor. Olağanüstü. Tam bir damak şımartıcı. Perde Pilavı ise Karacadağ pirincinden yapılıyor. Oldukça iyi. Çiğ Köfte ise harika.

Bu çıldırtıcı tatların toplamına(iki kişi için) ödediğiniz para Cipriani'de bir tabak yemeğe ödediğinizin yarısı. Muhakkak gidin.

Kadınlar Pazarı balcı ve peynirci dükkanları ile dolu. Her türlü bal ( Pervari, Anzer gibi) bulunuyor. Uğramayı ihmal etmeyin.

THE FİNKLER QUESTİON / HOWARD JACOBSON


Bu sene(2010) Man Booker jürisi ödülü Howard Jacobson'ın 'The Finkler Question' adlı romanına verdi. Okuduklarımdan anladığım kadarı ile kimse pek şaşırmadı. Çünkü Jacobson bu ödüle üçüncü kez aday oldu sonunda da aldı.

Elimizde bu sefer değişik bir roman var. Tüm kahramanlar elli yaş üstü. Hepsi de erkek. Ortak özellikleri kadınsız olmaları ve de yalnız yaşamaları. Treslove eski bir BBC çalışanı. Hayatı pek kimsenin dinleyemeyeceği saatlerde yayınlanan program yapmakla geçmiş. Tüm ilişkileri kırılgan . Kadınlarla ilişkiye başlarken sonunu düşünen bir adam, iki değişik kadından görüşmediği iki oğlu var.Okul arkadaşı Finkler popüler bir felsefeci. Televizyon programları yapıyor. Karısını kaybetmiş. Libor ise seksenlerinde. Eşini yeni kaybetmiş. Oldukça tanınmış bir showbiz yazarı. Finkler ve Treslove'ın öğretmeni. Üçlü yıllardır ilişkilerini kesmemişler. Roman da üçünün Libor'un Londra'daki evinde bir araya gelmeleri ile başlıyor.

Finkler ve Libor musevi. İkisi de İsrail'in Filistin'de yaptıklarından dolayı utanç duyuyorlar. Treslove ise musevi olmaya hayranlıkla bakan biri. Finkler tam bir İngiliz. Çek asıllı Libor ise daha çok Avrupalı.

Jacobson bu zengin malzemeyi ustalıkla kullanıyor. 'The Finkler Question' oldukça eğlenceli. Yaşlanma üzerine çok iyi bölümler içeriyor. Bu arada musevi olmak, antisemitizm gibi konular ana ekseninde . Ama okurken bir türlü bitmiyor hissine kapılıyorsunuz. Keçiboynuzu gibi. Yeter artık, kısa kes Jacobson diye haykırıyorsunuz. Ama tabii o sizi duymuyor.

Sonuçta başlangıçta keyifli olan, sonra sıkan bu kitabı okumasanız da olur.


23 Ocak 2011 Pazar

BEKLEME ODASI / YİĞİT SERTDEMİR

Bugün Şehir Tiyatrolarında Yğit Sertdemir'in Bekleme Odası adlı oyununu seyrettim. Genç Tiyatro kapsamında sahnelenmekte olan oyuna giderken oldukça heyecanlıydım. Hani şöyle bizi sarsacak, düşünmediğimiz yerden vuracak, vay be diyeceğimiz bir oyun bekliyordum. Ama sonuç büyük bir hayal kırıklığı. Sıfır elde var sıfır.

Yiğit Sertdemir'i çok beğenirim. Bu blogu okuyanlar kendisi hakkındaki övgülerimi bilirler. Ama kendisinin çok gençken yazdığı (ilk oyunu) bu oyunun sahnelenmesini anlayamadım doğrusu. Çok naif bir eser . Çıkış fikri güzel ama oyun boyunca ayakta duramayan bir olaylar bütünü var. Hiç inandırıcı, mantıklı değil. Bu hali ile bir mühendisin yazacağı bir oyun hiç değil. Biraz mantığı olan izleyicinin 'hadi ya' diyeceği bir dialoglar silsilesi.

Belki kendisini çok takdir ettiğim için bu kadar buruğum. Ben Yiğit Sertdemir'in yerinde olsam oyunu hemen kaldırırım. 2011 yılında ne kendisi ne de tiyatro izleyicisi böyle bir oyunu hak etmiyor doğrusu.

22 Ocak 2011 Cumartesi

BENİM ADIM AŞK / LUCA GUADAGNİNO


Bu sene film eleştirmenlerinin hoşgörü senesi galiba. Geçen haftalarda herkesin tek bir vücut halinde övgü ile bahsettiği 'Eyvah Eyvah 2' yi seyrettik. Bence film ismine uygun eyvah eyvah bir filmdi. Hiç gülmedim, eğlenmedim ve de beğenmedim. Şimdi de Luca Guadagnino'nun filmi 'Benim Adım Aşk' büyük övgüler alarak gösterimde. Guadagnino için yeni Visconti diyenler bile var. Umarım işi bu dereceye vardıranlar oturup yeniden Visconti filmlerini seyrederler ve de abartılarından vazgeçerler.

Luchino Visconti, De Sica ve Rossellini ile beraber neo-realismo akımının babalarındandır. Dünya film klasiklerinde baş sıraya oturmuş 'Venedikte Ölüm', 'Rocco ve Kardeşleri', 'Leopar' gibi filmlerinden önce 1943 yılında çevirdiği ' Ossessione' (bu film hepimizin bildiği 'Postacı Kapıyı İki Kere Çalar' ın yeniden çevrimidir) bile bugün hala hiç birşey yitirmemiş olarak hayranlıkla izlenebilmektedir ve de 'Benim Adım Aşk' a amiyane deyim ile yüz basar.

Luca Guadagnino bu film ile kötü bir Visconti kopyası yapabilmiştir. Milano'lu büyük bir aile üzerinden anlattığı hikayesi 'Leopar' (büyük oğlun adının Tancredi olması herhalde bu filme bir gönderme), ailenin savaş yıllarında işbirlikçiliği 'Lanetliler' gibi filmleri anımsatsa da , Guadagnino Visconti'nin derinliğine ulaşmaktan çok uzakta. Filme o yılların İtalyan filmleri gibi başlıyor, tanıtım yazıları eski stil, karakterin ismi karşısında bir çizgi ve de canlandıran oyuncunun ismi var. Bir anda on kişi birden ekranda belirince ve de bunları anında kafanıza kazıyamayacağınız için otistik olmadığınıza hayıflanıyorsunuz. Sonunda da 'Fine' yazıyor(he he çok nostaljik).

Aslında kopyacılığa kaçmasa Guadagnino artıları da olan bir yönetmen . Öncelikle senaryo kötü değil.Eksiklikleri olmasına rağmen son Özpetek filmleri gibi iç baymıyor, haydi yeter artık bu anlamsız dialoglar bitsin demiyorsunuz. Anlatımı bazen kıvrak, akıcı. Ama arada sırada bezdiriyor. Çünkü yönetmen stil hastası. Stilden baygın düşüyorsunuz.

Tekstilci Recchi ailesi ile baş başayız filmde. Süper zengin bir aile. Büyükbabanın yaş günü kutlaması vesilesi ile aileyi tanıyoruz. Bu kutlamada büyükbaba varislerini belirliyor. Oğlu Tancredi ve de büyük torunu Edoardo. Kısa bir süre sonra tahmin edebileceğiniz gibi büyükbaba öbür dünyaya gidiyor, günün koşullarında fabrikanın satışı gündeme geliyor ( hintli bir iş adamına satılıyor). Arka planda bunlar olurken Rus asıllı anne Emma(Tilda Swinton) büyük oğlunun arkadaşı Antonio'ya abayı yakıyor. Ama durum bu kadar basit değil. Çünkü büyük oğul Edoardo'da Antonio'ya aşık (bu arada ailenin tek kız çocuğu Betta ise lezbiyen olduğunu annesine açıklıyor). Büyük bir trajik sona doğru ilerliyoruz.

Filmden akılda ne kalıyor? Recchi ailesinin art deco evleri (süper bir ev) ve Emma'nın baş döndüren kıyafetleri (galiba Fendi ve Jill Sander). Bazı eleştirmenler özellikle filmden çıktıktan sonra filmin onları vurduğunu ve de saatlerce etkisinden kurtulamadıklarını yazdılar ama galiba bende kalp yok (kötü ruhluyum, ne yapayım?). Ben dışarıya çıkıp temiz havayı ciğerlerime çekince ohh dedim sadece.

Bu arada Kanyon'da gösterilen kopya çok kötü. Bazı yerlerde çok atlıyor ve de çok çizik.

16 Ocak 2011 Pazar

GİZLİ OTURUM / JEAN PAUL SARTRE


Şehir Tiyatroları uzun süredir Sartre'in gözde oyunlarından 'Gizli Oturum' u sahneliyor. Oyunu Ergün Işıklar sahnelemiş. Ece Okay, Özge Özder, Emre Narcı oynuyorlar. Oyuncular , dekor, kostüm başarılı. Ergün Işıklar Sartre'ı ortalama doğru yansıtan bir okuma yapmış. Biraz daha özenli olabilirdi.

Ama bütün bu olumlu özellikler oyun süresince esnemenize ve arada sırada şekerleme yapmanıza engel olamıyor. İşte bu noktada önemli soruyu kendi kendinize soruyorsunuz. Varoluşculuk bugün için ne kadar geçerli?

Sartre'dan bu yana bu felsefeye karşı epey alternatif üretildi. Kişisel olarak kendi açımdan bakınca artık bugün benim için Varoluşculuk'un pek bir anlam ifade etmediğini kavradım Gizli Oturum sayesinde ( doğrusu uzun zamandır bu konuya kafayı takmamıştım da). Sonuç olarak acaip sıkıldım temsil boyunca. Acaba herkes için mi böyle olur bilemem.

Özetle oyun iyi bir test aracı. Eğer hala bu kavramlarla ilgileniyor ve de tartışmak, düşünmek istiyorsanız keyif alabilirsiniz. Ama kendinizi farklı bir biçimde konumlanmış iseniz anneanneniz döneminden kalma, uzun, anlamsız bir oyun karşısında olduğunuz hissine kapılıp, uyuklayıp mutsuz olabilirsiniz.




SUNSET PARK / PAUL AUSTER


Dünyanın gözde yazarlarından Paul Auster romanları Türkçeye en hızlı kazandırılan bir yazar. Nitekim 'Sunset Park' Amerika'da yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra Can Yayınları tarafından yayınlandı.

Çeviri Seçkin Selvi'ye ait. Son derece özenli ve de güzel bir çalışma ile karşı karşıyayız. Son zamanlarda baştan savma çevirilerin kol gezdiği yayın dünyamızda Seçkin Selvi özel bir teşekkürü hak ediyor.

Auster her zaman olduğu gibi Brooklyn karakterlerine odaklanıyor. Fonda şu anda yaşanan kriz var. Kahramanlarımız yeteneklerine rağmen çeşitli nedenlerle günlük hayatlarını götürmekte zorlanan kişiler. Hikayeleri de ilgi çekici.

Ama maalesef Auster'in anlatımı oldukça derinliksiz. Tiryakisi olduğumuz kıvrak, eğlenceli, okurken sizi hayallere daldıran, öykülerin parçası yapan anlatımı yok. Tersine okuyucu burada tam bir düz okuma yapıyor. Kitabın oldukça dışında kalıyor. Sonuçta zevksiz, edebiyat tutkunlarının hiç keyif almayacakları bir roman var elimizde.

Umarım bu başarısızlık geçici olur , biz de sevdiğimiz yazarımıza yeniden kavuşuruz.

8 Ocak 2011 Cumartesi

BİLİM VE YANILGI / TAHA AKYOL

Son sözü başta söyleyerek başlayayım. Eğer senede bir kitap okuyorsanız ve bu kitabı okumadıysanız işte size bu sene okuyacağınız kitap. Bu topraklarda yaşayan herkesin okuması ve dönem dönem yeniden dönüp bakması gereken bir inceleme/araştırma ile karşı karşıyayız. Taha Akyol Bilim ve Yanılgı'yı ilk olarak 1997 de yazmış. Kasım 2010'da yayınlanan yedinci baskısı için yeniden elden geçirmiş hatta yeniden yazmış gibi.

Özellikle ' bilimsel düşünmek ne demek?' sorusuna cevap arayanlar, irdelemek isteyenler için iyi bir kitap. Ayrıca İslamda bilimin çok gelişmiş olmasına rağmen neden çöktüğünü, buna karşılık Avrupa'da bilim devriminin ortaya çıkışı anlatılıyor. Araştırma geniş bir biçimde Türkiyenin bugün bilim üretiminde ne durumda olduğunu, 21inci yüzyılı yakalamak için neler yapılması gerektiğini kapsıyor. Özellikle demokratik üniversite incelemeleri çok ilginç.

Muhakkak çok kolay okunan bu araştırmayı okuyun,





ZORLA GÜZELLİK / NEİL LABUTE /KENT OYUNCULARI /


Neil Labute bizler için yabancı bir yazar değil. Amerikan Tiyatrosu'nun tanınmış yazarlarından biri olan Labute'ü Akbank Sanat Tiyatrosu'nun Mehmet Ergen'in yönetmenliği ile sergilediği 'Şeylerin Şekli' adlı oyundan hatırlıyoruz. Uzun süre oynanan bu oyunu çok beğenmiştik.

'Evladım acaip yakışıklı olmuş', 'Onun kızını gördün mü? Ne kadar güzel bir kız olmuş', 'Nişanlısı acaip yakışıklı' .... bunlar sürekli duyduğumuz sözler. Yeni çağda herşey ilk önce güzellik üzerinden tanımlanıyor. Tabii sonra da para geliyor. İşte oyunun kahramanı Greg de bunun kurbanı. Sakin, makul , kendisi ve hayatı ile olabildiğince barışık ve kitap okuyan (bu çok garip, çünkü çevresinde kimse okumuyor!) , sevgilisi ile mutlu bir adam Greg. Ama sevgilisinin yüzü ile ilgili söylediği bir cümle yüzünden bütün hayatı değişir. Terk edilir. Ve hayatı dayanılmaz bir hale bürünür. Ama bu dayanılmazlık sonunda onun lehine gelişecek , herşeyin inanılmaz yüzeysel olduğu , gerçek düşüncelerin söylenemediği, olunduğu gibi olunamayan yaşamdan sıyrılacaktır sonunda.

Neil Labute inanılmaz dialoglarla bize bu süreci dört kişi (Greg, sevgilisi, Greg'in en yakın arkadaşı ve arkadaşın karısı) arasında geçen olaylarla anlatıyor. Oyunun metninde bir tane boş laf yok. Herşey zekice. Söz pinpon topu tık tık gidip gidip geliyor. Acaip keyifli bir metin karşısındayız.

Eseri Defne Halman ve Engin Hepileri beraberce yönetiyorlar. Kanımca oyunun daha küçük bir mekanda seyirciye yakın oynanması çok daha iyi olurdu. Her ne kadar sahneyi öne doğru genişletip, salona yaymışlarsa da bu yeterli olmuyor. Biraz dışarda kalıyorsunuz. Ama metnin güzelliği , iyi oyunculuklar durumu biraz kurtarıyor. Ama yine de 'Zorla Güzellik'i daha küçük bir salonda seyircinin hemen yanında izlemek çok daha iyi olacak.

Defne Halman, Gökçer Genç, Aslıhan Gürbüz rollerinin altından iyi bir şekilde kalkıyorlar. Engin Hepileri ise Greg ile parlıyor. Çok ama çok başarılı. Bugüne kadar bu kadar iyi bir oyuncu olduğunu düşünmemiştim. Umarım kendisini birgün Dot veya Tiyatro 0.2 'nin oyunlarından birinde seyrederiz. Nefesimizi keseceğinden şüphem yok.

Sonuç olarak çok iyi yazılmış bir oyun , müthiş bir Engin Hepileri performansı seyretmek istiyorsanız kaçırmayın.

ÖNCESİ VE SONRASIYLA TEK PARTİ DEVRİ / MUSTAFA ARMAĞAN


Mustafa Armağan çok hızlı eser veren yazarlarımızdan biri. Özellikle yakın tarihimizle ilgili seri halinde yazıyor. 'Öncesi ve Sonrasıyla Tek Parti Devri' adlı son kitabında ise birinci bölümde İstiklal Savaşı, Sevr Anlaşması, Savarona hakkında ilginç bilgiler sunuyor ve ikinci bölüme Tek Parti Dönemine geçiyoruz. Bu kısımda Takrir-i Sükun Kanunu, Amerikan Mandacılığı, Dersim, Fevzi Çakmak, Atatürk'ü Koruma Kanunu ile ilgili değişik bilgiler ve belgeler sunuyor. Üçüncü bölümde ise Demokrasiye geçiş, Demokrat Parti Dönemini anlatıyor.

Yakın tarihimizi çok az biliyoruz. Çok az araştırma var. Bu açıdan önemsenecek bir kitap var elimizde. Bazı bulgular tek taraflı görünebilir , hem fikir olunmayabilir ama genelde ilginç konular içeriyor bu çalışma. Tüm bu dönemleri çok daha detaylı öğrenmek istiyorsunuz. Umarım yakın tarihimizle ilgili araştırmalar hızlanır , bizlerde karanlıktan biraz olsun çıkarız. Dünümüzü anlamadan bugünü sağlıklı kavramamız çok zor.

3 Ocak 2011 Pazartesi

JEFF in VENİCE, DEATH in VARANASI / GEOFF DYER




Bu romanın ismini ilk defa NewYorkTimes 2009'un en iyi kitapları listesinde gördüğümde kitap hemen ilgimi çekmiş ve de tabii hemen Thomas Mann'ın büyük eseri 'Venedik'te Ölüm'ü çağrıştırmıştı (tabii Visconti'nin unutulmaz filmi kare kare gözlerimin önünden geçerek). Geoff Dyer'ın bu son romanını ben biraz geç, geçen hafta okudum. Ve de geç kaldığım için bayağı hayıflandım. Çünkü elimde son zamanlarda okuduğum en eğlenceli ciddi kitaplardan biri vardı.


Jeff Atman freelance çalışan, herşey hakkında İngiltere'nin ağırtop dergi ve gazetelerine yazılar yazan biridir. Romanın birinci bölümünde hem Venedik Bienali hakkında yazması , hem de bir röportaj için bu hepimizin rüyalarını süsleyen şehre gönderilir. Biz de kendimizi bir anda Bienale katılan sanat çevrelerinin içinde , kokteyl kokteyl koşar, bellinilerle sarhoş olur, esrar ve kokain partilerine katılır buluruz. Bir de işin içine aşk girer. Amerikalı galerist Jeff'in aklını çeler sanata, içkiye, uyuşturucuya, erotizm ve sekste katılır. Tabii fonda acaip iyi bir şekilde anlatılan Venedik ile. Sanat çevrelerinin acaip hicvi aşk, erotizm, mistizism ve romantizm ile harmanlanır. Son derece keyifli sayfalar bizi peşi sıra tutkuyla sürükler. Bu Mann'ın Venedik'inden oldukça farklı bir Venedik'tir. Zevkin,eğlencenin,uyuşturucunun kol gezdiği Venedik'tir.

Romanın ikinci bölümünde Jeff Varanasi'ye gelir. İnsanların ölmek için geldikleri şehre. Aynı Venedik gibi kanalları olan şehre. Ama burada soluduğunuz herşey manevidir (sürekli çevrenizde dolaşan ve de size bir birşeyler satnmaya çalışanlar hariç). Varanasi inanışa göre dünyanın oluştuğu yerdir. Zevk, şehvet burada ölümle değiş tokuş yapar gibidir. Acaba gerçekten öyle midir? (ATM kuyruğunda olanlar ve de gözlükleri kapıp giden maymunla uzlaşma). Acaba sonunda Venedik'te Varanasi 'mi olacaktır. Veya Varanasi Venedik.

Nasıl tanımlanır Geoff Dyer'ın bu kitabı? Bence süper zeka, harika bir seyahat kitabı, erotizm, seks, mistisizm , kafa bulma ve de ölüm...hayat yani... küçük hayatımızın büyük sorunlarını çözüm önermeden eğlenceli bir şekilde anlatan bir roman..

Okuyun ve kendinizi başka boyutlara taşıyın. Süper.

17.31 / TİYATRO 0.2



Bu sene şanslı senelerimizden biri. DOT Hakan Günday ile iyi bir işbirliği yaparak Malafa'yı sahneledi. Şimdi de Tiyatro 0.2 bir Türk yazarın oyununu sahneliyor.

17.31 adlı oyunu Ebru Nihan Celkan yazmış. İzlerken dönem dönem bir Ravenhill oyunu izliyormuşsunuz hissine kapılsanızda sağlam bir oyun karşısındayız. Metin çok iyi,anlatmak istediklerini vurucu bir şekilde anlatıyor. Özellikle ustaca vurgulanan 'şiddetin aslında artık içimizde olduğu' olgusu çok iyi. Oyunda dört gencin bir akşamını izliyoruz. Üç tanesi 'yakın' iş arkadaşı, biri de alt katta oturan komşu. Üç arkadaştan biri bir süre önce işten atılmış, diğer ikisi onu hiç aramamışlar ve bu gece bir araya geliyorlar. Kaçınılmaz olarak hesaplaşacaklar. Korku, şiddet ve sürekli güvende olma isteği. Bunların üstesinden gelebilmek için sex ve tüketim. Bugünün dünyasında 'başarılı' görünen saygın işlere sahip insanların yaşamlarından ürpertici bir kesit. Yukarıda da belirttiğim gibi oyun gayet iyi yazılmış. Ama son zamanlarda tüm yazarlarımızda görünen bir eksikliği barındırıyor. Sonu olması gerektiği gibi çarpıcı değil. Yükseliyor yükseliyor ve hayal kırıklığı ile düşüyorsunuz sonunda. Ben yazarın yerinde olsam son bölümü yeniden yazarım. Ama yine de güzel bir metin var karşımızda.

Oyunu İpek Banu Kılar sahneliyor. Metini son derece iyi okumuş, her sözcüğün yerli yerinde değeri verilmiş. Eksik birşey kalmıyor.

Özge Keskin alt kattaki kızda son derece başarılı. Küçük rolunu akılda kalacak bir biçimde yorumluyor. Deniz Karaoğlu yine kendine çok yakışan bir rolde. İzlenmesi acaip keyifli. Murat Mahmutyazıcıoğlu işten atılmış, bulunduğu cevreden uzaklaşmış, dışlanmış, şaşkın ve kızgın kişiliği çok iyi veriyor. Her seyredişimde çok iyi bir aktör olduğunu düşünüyorum. Oyunun yıldızı ise Ayfer Dönmez. Olağanüstü güzelliğini hayran kalınan bir oyunculukla birleştiriyor. Nefes kesiyor dersem hiç abartmamış olurum.

17.31 diğer Tiyatro 0.2 oyunları gibi muhakkak seyerdilmesi gereken oyunlardan . Bu sezonun en iyilerinden biri olacağına şüphem yok.

Sürekli iyi oyunlar sahneledikleri ve çıtayı sürekli yükselttikleri için tüm ekibi kutluyorum. Yeni oyunlarını heyecanla bekliyorum.